27 Mayıs 2019 Pazartesi

Atatürk Ayete "Safsata" Dedi Yalanı


Atatürk, 1930'ların başında yeni Türkiye'ye yakışır şekilde "akılcı" ve "bilimsel" nitelikte yeni ders kitapları hazırlatmak istemiştir. Hazırlanacak yeni ders kitaplarının yeni Türkiye'nin ulusal, laik ve çağdaş eğitim sistemine uygun şekilde çağın en son bilimsel verileri dikkate alınarak hazırlanmasını istemiştir. Yeni Türkiye'nin kuruluş sürecinde özellikle tarihe, tarih dersine büyük bir önem veren Atatürk, tarih kitaplarının da belgelere dayalı, tarafsız ve bilimsel nitelikte kitaplar olmasını istemiştir. Atatürk, yeni tarih kitaplarının yazımı için Türk Tarih Tetkik Cemiyeti'ni görevlendirmiştir. Cemiyet liselerde okutulacak tarih kitaplarının yazımına başladığında "İslam Tarihi" ve "Türklerin İslam'daki Yeri " konulu bölümü de Mısır'daki ünlü El Ezher Camii ve Üniversitesi mezunu Zakir Kadiri (Ugan)'a hazırlatmıştır. (1) Atatürk, Zakir Kadiri'nin hazırladığı "İslam Tarihi" ve "Türklerin İslam'daki Yeri" konulu bölümlerde Arap milliyetçiliğine ve bilimdışı değerlendirmelere yer verildiğini görüp buna itiraz etmiş ve bazı düzeltmelerin yapılmasını istemiştir. Ancak düzeltmeler istediği şekilde yapılmayınca, Atilla Oral'ın tabiriyle, adeta "ateş püskürmüştür".

Atatürk, dönemin Türk Tarih Kurumu Başkanı Tevfik Bıyklıoğlu'na gönderdiği mektubunda hangi ilkelere uygun bir İslam Tarihi yazılması gerektiğini anlattıktan sonra şöyle demiştir:  
"Tevfik Beyefendi! Zakir Kadiri'nin ahmakçasına notlarını düzeltirken bu noktalara da dikkat buyurunuz. Bu münasebetle yüksek heyetinizin başkanı bulunan size hatırlatırtm ki, yeni dünya ufuklarına açacağınız yeni tarih semasında dikkatli olunuz. Sonradan, uydurma bir eser meydana getirerek ardından pişman olmaktansa, hiçbir eser meydana getirmemek beceriksizliğini itiraf etmek daha iyidir. İlim alanında şüpheli olmak Mısır'ın Camii Ezher'i mezunlarına inanmaktan daha iyidir."  
(...)
"...Biz daima gerçeği arayan ve onu buldukça ve bu bulduğumuza inandıkça, ifadeye cesaret gösteren adamlar olmalıyız."
"...Bu yolda yürürken Camii Ezher kaçkınlanndan mı yardım dileyeceksiniz?"
"Her şeyden önce kendinizin dikkatle ve itina ile seçeceğiniz belgelere dayanınız. Bu belgeler üzerinde yapacağınız incelemede her şeyden ve herkesten önce kendi karar verme yetinizi ve ince milli süzgecinizi kullanınız. Sizi büyük hedefe ancak bu görüşlerden kıskanç olmak ulaştırabilir. Yoksa dünyanın bin bir şarlatanı ve bin bir milletin tarihşinas yaşayan sokak politikacısının ve bunları yüksek ölçekte temsil eden Camii Ezher kaçkınının oyuncağı kılar." (3) "Bana bu kadar söz söyleten nedeni açıklayayım: Camii Ezher kaçkınını bulan sizsiniz. Eseri diye, Ankara'dan ayrıldığım son gün önüme koyduğunuz örümcek Arap yazılı paçavralan okuduğunuz zaman derhal itirazımı serdetmiştim. Bunu nazarı dikkate alacağınızı vaat etmiştiniz! İncelemenizden sonra bana verilen yazılar o kadar sersem ve cahil ve Camii Ezher kaçkını bu adamın mahsulü olduğunu gördüm ki, sizi rencide edecek bir söz söylemeden bu paçavralar üzerinde yeniden çalışmaya mecbur oldum. Bu sözlerimi sizi utandırmak için yazmıyorum. Bu yazılarımı, bundan sonraki mesainizde dikkat ve intibah dersi olması için yazıyorum. " "Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapanaa sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtan bir hal alabilir. Siz buna razı mısınız?" (4) Bu cümlelerde çok açıkça görüldüğü gibi Atatürk'ün temel kaygısı bilimselliktir. Türk Tarihi Kurumu'nu, Türk Dil Kurumu'nu, Türkiyat Enstitüsü'nü, Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'ni, Türk Antropoloji Kurumu'nu kuran; Anadolu'nun dip kültürünü açığa çıkarmak için "milli kazılar" yaptıran; Anadolu'nun binlerce yıllık tarihini sergilemek için Türkiye'nin dört bir yanında arkeoloji müzeleri açtıran; Tarih ve Dil Kurultayları, tarih sergileri düzenleten; Uluslararası Antropoloji ve Tarihöncesi Arkeoloji Kongrelerine temsilci gönderen, hatta bu kongrelere ev sahipliği yapan; yeni tarih kitapları yazdıran; kısacası zamanın tüm bilimsel yöntemleriyle emperyalizmin güdümündeki Batı merkezci tarihe başkaldıran Atatürk, Türk ve dünya tarihi gibi İslam tarihinin ve Türklerin İslam tarihindeki yerinin de Batı merkezci veya Arap milliyetçisi gözünden anlatılmasını istememiştir. O bu konuların da belgelere dayalı, tarafsız, en önemlisi de dinsel değil bilimsel, dolayısıyla gerçeği ortaya çıkaracak biçimde yazılmasını istemiştir. Ancak, yeni Türkiye'de liselerde okutulacak yeni tarih kitapları için "İslam Tarihi" ve "Türklerin İslam'daki Yeri" konularını yazan Camii Ezher mezunu Zakir Kadiri'nin Arap milliyetçiliğine ve bilimsel olmayan "dinsel" bilgilere ve yorumlara yer vermesi Atatürk'ü çileden çıkarmıştır.  Atatürk öfkelenmiştir. Bilimle uğraşanların, aklı ve bilimi göz ardı etmelerindedir öfkesi. Bu nedenle mektubunda adeta bir tarih profesörü gibi tarih biliminden söz etmiştir. Belgelere dayanmayan, gerçekçi olamayan tarih yazımını "paçavra" olarak adlandırmıştır. Atatürk'ün söz konusu mektubundaki şu bilimsel çıkarımlar, tüm tarihçilerin kulağına küpe olması gereken türden temel ilkelerdir: 
- Uydurma bir eser vermektense hiç eser vermemek beceriksizliğini ifade etmek daha iyidir. 
- İlim alanına şüpheli olmak gerekir. 
- Gerçeği arayıp bulduktan sonra açıklamalıdır. 
- Tarih yazarken kendi seçeceğiniz belgelere dayanınız. 
- Belgeleri incelerken kendi kararımza ve milli süzgecinize güveniniz. 
- Tarih yazmak tarih yapmak kadar önemlidir, yazan yapana sadık kalmalıdır.


O MEKTUBUN ŞİFRESİ

Atatürk, "Camii Ezher kaçkını" dediği Zakir Kadiri' nin "İslam Tarihi ve Türkler" konusunda yazdıklarına yönelik "bilimsel öfkesini" Türk Tarih Kurumu Başkanı Tevfik Bıyıklıoğlu'na gönderdiği bu zehir zemberek mektupta şöyle ifade etmiştir: "Son senelerde İstanbul'da yayımlanan gazetelerde roman diye okuduğumuz bazı tarihi eser/er vardır ki, bunlar şüphesiz yüksek heyetinizin gözlerinden kaçmış değillerdir. Bu roman sayfaları bence gerçek tarih belgelerinin yorumudur. Bu roman sayfalarında görülen şeyler yaklaşık şöyle açıklanabilir: Arabistan Yanmadası'nın kumsal çöllerinden; (ikra, bismi, Rabbi) safsatasını esas tutmuş olan Araplar, uygar dünyada, bilhassa Türk zengin uygar bölgelerinde bu ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilkeye dayanarak yapmadıkları tahrifat kalmamıştır. Bu zihniyetle hareket edenler İslam'dan önce evrensel Türk 
uygarlığının bütün belgelerini imha etmekte engel görmediler. Yazacağınız İslam tarihinin de bu doğrultuda toplayabileceğiniz belgelere dayanarak açıklanmasını önemli görürüm." (5)

Atatürk'ün sansürlenen mektubunda en çok tartışılan, "...Arabistan Yanmadası'nın kumsal çöllerinden; (İkra, Bismi, Rabbi) safsatasını esas tutmuş olan Araplar," cümlesidir. 

Sırayla gidelim:  
1. Atatürk'ün parantez içinde kullandığı "(İkra, Bismi, Rabbi) safsatası" ifadesi Kur'an'daki Alak Suresi'nin ı. Ayeti'nde geçmektedir. Surede "Ikra'bismi rabbikellezi halak (halaka)" denilmektedir. Burada "ikra/oku", "bi(i)smilismiyleladıyla", "Rabbi (ke)IRabbin" anlamlarındadır. Dolayısıyla (ikra, bis- 
mi, Rabbi), "Rabbinin ismiyle/adıyla oku" demektir. Türk Dil Kurumu'nun Türkçe Sözlüğü'ne göre safsata ise "Boş, temelsiz, asılsız söz" anlamındadır.  
2. Atatürk'ün bu ifadesi, kendi anlatımıyla "gerçek tarih belgelerinin yorumu" olan bazı tarihi romanlardan yaptığı bir çıkarındır. Nitekim Atatürk, "Bu roman sayfalannda görülen şeyler yaklaşık şöyle açıklanabilir:" dedikten sonra parantez içinde "(ikra, bismi, Rabbi) safsatası" ifadesini -o sözünü ettiği romanlardan- alıntılamıştır veya çıkarım yapmıştır.  
3. "İkra, bismi, Rabbi" ilkesini, "safsata" ve "ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilke" diye adlandıran Atatürk, Arapların "bu ilkeye" dayanarak "uygar dünyada" özellikle Türklerin zengin ve uygar bölgelerinde tahribat yaptıklarını belirtmiştir. Devamında da "Bu zihniyetle hareket edenler, İslam'dan önce evrensel Türk uygarlığının bütün belgelerini imha etmekte engel görmediler, " demiştir.  
Burada yanıtlanması gereken önemli birkaç soru vardır:
Öncelikle "Rabbinin adıyla oku" ilkesi nasıl "ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi" olabilir? Ve nasıl olur da ilk emri "oku" olan bir dinin mensupları, "Araplar, uygar dünyada, bilhassa Türk zengin uygar bölgelerinde bu ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilkeye dayanarak" tahrifat yapıp "İslam'dan önceki Türk uygarlığının bütün belgelerini" yok edebilirler?

Ancak tarihi belgeler gerçekten de Atatürk'ü doğrulamaktadır. Müslüman Araplar, Hz. Osman döneminden itibaren henüz Müslüman olmayan Türklere saldırmışlar; özellikle Emeviler Türkleri kılıçtan geçirmişler, katletmişler, Türklerin mallarını yağmalamışlar, Türk kadınlarını, kızlarını cariye olarak almışlar, köle pazarlarında satmışlardır. Emevilerde Muaviye, Yezit, Kuteybe Bin Müslim, Zalim Bin Haccac gibi Arap halifeler, idareciler ve komutanlar Türklere kan kusturmuştur. Örneğin Emevi Halifesi Abdülmelik, Horosan Valiliği'ne Haccac'ı getirmiştir. Haccac da Kuteybe Bin Müslim'i Türklere saldırtmıştır. Kuteybe, Türklerin ticaret merkezlerinden Beykent'e yürümüştür. İki aylık bir kuşatmadan sonra Araplar barış yaparak kente girmiştir. Ancak bu kentin zenginliğini görünce yağmaya başlamışlardır. Birkaç günlük yağmadan sonra bu güzel Türk kentini yakıp yıkmışlardır. (6) 

Doç. Dr. Bahriye Üçok'un anlatımıyla, "Şehirde eli silah tutan ne kadar Türk varsa hepsini öldürdüler; kadın ve çocukları esir edip Horosan'a gönderdiler." (7) Kuteybe, 
Beykent'teki işgal, katliam ve yağmadan sonra Türklerin en bayındır kentlerinden Talkan'a saldırmıştır. Yine Bahriye Üçok'un anlatımıyla, "Halk katledildi. Bu işten yorulanlar Türkleri sıra ile ağaçlara astılar. Talkan yolunun 6 kilometrelik bir kısmı böyle asılmış insanlarla çevrildi. Kuteybe 12 yıl zengin ve mamur Türk şehirlerini yıkmakla uğraştı; işitilmedik vahşetler işledi; geçtiği yerlerde yanık kokusundan başka bir şey bırakmadı, ama gene de kesin bir sonuç alamadı. O kadar ki Semerkant Türkleri Kuteybe'ye vergi vermeyi kabul eden hanları Tarhun'u tahttan indirdiler." (8) Müslüman Araplar Harezm bölgesinde de benzer insanlık dışı olaylar gerçekleştirmiştir. Kuteybe, "zengin ve bakımlı" Harezm kenderini yağmalamıştır. Kuteybe, kardeşi Abdurrahman'ın esir ettiği 4000 Türk gencini öldürmüştür. (9) Uzatmayalım, Müslüman Araplar, sadece Talkan ve Curcan katliamlarında onbinlerce Türkü katletmişlerdir. 

Gerçek şu ki, Atatürk'ün dediği gibi Müslüman Araplar, İslamiyet'i yayarken o zamanın "uygar dünyasını "tahrip etmiş-ler, özellikle Türklere büyük zararlar vermişlerdir. Görülen o ki, ilk emri "Rabbinin adıyla oku" olan bir dine İslam'a inanan Müslüman Arapların, (Bu nasıl Müslümanlıksa?) özellikle Türklere yönelik saldırıları, düşmanlıkları Atatürk'ün "(ikra, bismi, Rabbi) safsatası" ifadesini kullanmasında etkili olmuştur. Çünkü "Rabbinin adıyla oku" ilkesiyle hareket eden Emevi Arapları, en azından belli bir süre maalesef okumaya, eğitime, kültüre, sanata, barışa ve uygarlığa değil, tam tersine "tahribata", yıkıma, yağmaya, savaşa ve "uygarlık düşmanlığına" yönelmişlerdir. Arapların "Rabbinin adıyla oku" ilkesinden anladıkları, herkesi bir şekilde (örneğin Türkleri kılıç zoruyla) Müslüman yapıp "Rabbin adıyla okumaları"nı, yani Rab'bin/Allah'ın adını anmalarını sağlamaktır. Atatürk bunu bir başka yazısında "Allah kelimesinin yükseltilmesi" olarak adlandırmış ve eleştirmiştir. (10) Kısacası Arap Emevi halifeleri, idarecileri, komutanları  yıkımlarına, katliamlarına, yağmalarına Kur'an'ın "Rabbinin  adıyla oku" ilkesiyle, "Allah'ın adını yükseltme!" iddiasıyla, İslamiyet'i yayma "yüce amacıyla" meşruiyet kazandırmışlardır.  İşte Atatürk "Biz Allah'ın adını yükseltiyoruz!" diye kendinden  geçip Türklere her türlü çirkefliği yapanlara öfkelenmiştir. Atatürk söz konusu mektubunda "İslam Tarihi ve Türkler" konusuna "öfkeli" ama "bilimsel" bir şekilde yaklaşmıştır. Öfkesi, Zakir Kadiri gibi " Arapçılık" ve "dincilik" adına bilimi hiçe sayanlaradır. "Camii Ezher kaçkını "Zakir Kadiri'nin Arap milliyetçisi ve bilimdışı yaklaşımına karşı Türkiye Cumhuriyeti'nin  kurucusu Atatürk, soğuk bilimsel gerçeklerin altını çizmiştir.

Atatürk'ün sansürlenen mektubundan 
okumaya devam edelim:  
"Halife Ömer'in (...) yürüyerek; Arap ırkından başka yüksek ırkıardan oluşan ordunun yüksek ve muhteşem huzurunda o ordunun kumandanına karşı yerden taş alarak atmak suretiyle gösterdiği çıplak ve çıfıt Araplık malumunuzdur. Bunu artık Türk çocuklanna bir erdem gibi okutmakta ısrar gösteren notlan göz önüne almalısınız." (11) "Bir hırka ve bir hunna hikayesi artık bir insanlık erdemi olarak gösterilmek felsefesi esas tutularak tarih yazılmamalıdır." "Bunun gibi Arap ordulannın birçok esirlerinden bir köle sınıfı vücuda getirdiğinden bahsedilirken bu kölelerin Türk çocuklan olduğu dile getirilerek hangi taraf için ne anlamda bir övünme nedeni arandığı araştınlıp incelenmeden Türk tarihi içine konulmamalıdır." (12)

"Türkler (...) Arap imparatorluğu unvanını taşıyan bütün memleketlerde birinci derecede güç ve hakimiyet sahibi olmuşlardır. En nihayet Muhammed'in Halifesi unvanını taşımak maskaralığında bulunanlan emir ve iradelerine boyun eğdirmişlerdir." (13) Atatürk'ün mektubunda yer alan "İslam Tarihi ve Türkler" konusundaki bu cümleleri de ilk bakışta birilerine "dinsizlik" veya "din düşmanlığı" gibi gelebilir. Ancak biraz durup düşününce, Atatürk'ün bu sözleriyle yine öfkeli, ama bilimsel bir dille çıplak tarihsel gerçekleri ifade ettiği görülecektir. 
Atatürk'ün;  
- Halife Ömer'in Arapçılığl, (14)
- Bir hırka bir hurma hikayesinin artık bir insanlık erdemi olmadığı, (15)
- Arapların köleleri arasında Türk çocuklarının da olduğu,
- (Hz). Muhammed'in Halifesi unvanını taşıma "maskaralığında" bulunanlar, (16)
biçimindeki tarihsel açıklamaları sıradan bir Müslümanı rahatsız etse de, bu açıklamaların
bilimsel gerçekliği inkar edilemez. Prof. Celal Şengör diyor ki: "Ortaya çıkmış olan belgenin mantıki şüphe uyandıracak bir yanı yok mudur? Bir cinayet araştırmasının ilk adımı 'niyet aramak, yani bu cinayeti işlemek için kimin ne sebebi olabilir' sorusunu sormak değil midir? Sonra ilk şüpheli hemen suçlu mu ilan edilir? (17) "Atatürk'ün bir mektubundaki birkaç cümleye dayanarak, üstelik o cümleleri de bağlamından koparıp kabaca "Atatürk dinsiz!" sonucuna varanların ne "mantıki şüphe" den ne de "niyet aramak"tan haberleri vardır.  Sorulacak ilk soru şudur: Atatürk bu mektubu ne sebeple, hangi niyetle yazmıştır?

Her şeyden önce Atatürk, sansürlenen mektubunda kullandığı "(ikra, bismi, Rabbi) safsatası" ve "Muhammed'in Halifesi unvanını taşımak maskaralığında bulunanlar..." gibi zehir  zemberek ifadeleri, çok önemli bir amaca yönelik olarak tamamen bilinçli şekilde seçip kullanmıştır. Çünkü bir sebebi, bir niyeti vardır. Nitekim bu ifadelerin yer aldığı mektubu herhangi bir dostuna veya yakınına değil, Türk Tarih Kurumu Başkanı nezdinde kurum üyelerine göndermiştir. Yani burada bir strateji  vardır. Atatürk, yeni Türkiye'nin okullarında Türk çocuklarına okutulacak tarih kitaplarındaki "İslam Tarihi ve Türkler" konusunun "Arap milliyetçisi" ve alışılagelmiş "Arap-İslam anlayışı" izgisinde değil, tamamen "tarafsız" ve "bilimsel" nitelikte olması gerektiğini Türk Tarih Kurumu üyelerine en iyi, en etkili şekilde anlatabilmek için hem Camii Ezher'li Zakir Kadiri'yi hem de bilimsel olmayan klasik din ve tarih anlayışını en ağır şekilde eleştirmiştir. Yani, Zakir Kadiri'ye "Camii Ezher kaçkını", ikra, bismi, Rabbi ilkesine "safsata" ve "ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilke", halifelere de "maskara" diyerek kendisini bir türlü anlamayan muhataplarına -onların anlayacağı dilden- sarsıcı bir tür şok tedavisi uygulamıştır. Böylece Atatürk, Türk Tarih Kurumu üyelerine, "Size bugüne kadar öğretilen, alıştığınız 'İslam Tarihi ve Türkler' anlatılarını unutun. Konuya belgeler ışığında ve - Müslüman olsanız bile- tamamen dışarıdan bilimsel bir gözle yaklaşın. Dinsel veya duygusal nedenlerle gerçekleri çarpıtmayın. Değerlendirmelerinizde milli süzgeçlerinizi kullanın. Tarihi gerçekleri olduğu gibi anlatın." demek istemiştir. Atatürk'ün gerçeğe ölümüne bağlılığı ve gerçek bilim insanlarına özgü bu bilimsel duyarlılığı takdire şayandır. Bu strateji konusunu şöyle örneklendirelim: Nasıl ki Atatürk'ün, Kurtuluş Savaşı yıllarında dünya Müslümanlarını Hıristiyan işgalciye karşı Türkiye'ye yardıma çağırmak amacıyla Kur'an ayetleriyle süslü İslam dünyasına yönelik beyannamelerine bakarak, "Bak, ayeti yüceltti!" diye onu "dindar" ilan etmek doğru değilse; Laik Cumhuriyet'in laik okullarında okutulacak bilimsel tarih kitaplarındaki "İslam Tarihi ve Türkler" bölümünün dinsel değil, bilimsel yazılmasını sağlamak amacıyla Tarih Kurumu üyelerine yazdığı mektuptaki sarsıcı din eleştirilerine bakarak da, "Bak, ayete safsata dedi!" diye onu "dinsiz" ilan etmek doğru değildir. Tabii ki Atatürk'ün her iki stratejik yaklaşımı da zamanına göre inandığı "güçlü gerçeklere" dayalıdır. Nasıl ki Kurtuluş Savaşı'nda "İslam'ın birleştirici, bütünleştirici  gücü" inandığı güçlü bir gerçek ise, laik Cumhuriyet'in bilimsel tarih kitaplarında "İslam Tarihi ve Türkler" konusunun dinsel değil bilimsel yazılması da inandığı güçlü bir gerçektir.

Başka bir örnekle konuyu biraz daha netleştirelim: Atatürk, Kurtuluş Savaşı sırasında, 1 Ağustos 1335 (1920) tarihinde annesi Zübeyde Hanım'a yazdığı mektupta bir yerde şöyle demiştir: "Muhterem Valideciğim, (...) Ulusal gücü kullanmaktan başka çare yoktu. Ben de öyle yaptım. Elhamdülillah başanlı oluyorum. Pek yakında elle tutulur sonucu bütün dünya görecektir. (...) Yoksa her ne olursa olsun elhamdülillah önemi yoktur. (...)  Madamın benim hakkımda bir riyası vardı. Galiba o çıkacaktır. inşallah yakında sevinç içinde görüşeceğiz..." (18) Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım, beş vakit namazını kılan, orucu nu tutan, Kur'an'ını okuyan, her bakımdan çok dindar bir kadındır. Annesinin dindarlığının farkında olan Atatürk, annesinden ayrı olduğu Kurtuluş Savaşı'nın o zor günlerinde çok sevdiği annesine yazdığı mektubunda "Elhamdülillah başarılı oluyorum ", "Elhamdülillah önemi yoktur". "İnşallah yakında sevinç içinde görüşeceğiz" gibi İslami terminolojiye uygun ifadeleri mektup içine adeta özenle yerleştirmiştir. Atatürk'ün mektup içine özenle yerleştirdiği bu dinsel ifadeler onun "dindarlığını" değil, "dindar annesini" mutlu etmek, sevindirmek, onu başaracağına inandırmak istediğini kanıtlar. Demem o ki: Atatürk'ün "elhamdülillah, İnşallah..." gibi dinsel ifadelerle dolu 1 Ağustos 1920 tarihli mektubu "Atatürk'ün dindarlığını" kanıtlamadığı gibi, Atatürk'ün "(ikra, bismi, Rabbi) safsatası" ifadesinin yer aldığı 16-17 Ağustos 1931 tarihli mektubu da "Atatürk'ün dinsizliğini" kanıtlamaz. Her iki mektupta da "Atatürk'ün ne dediğinden önce niye dediği?" sorusunun yanıtı daha önemlidir. Sonuçta her iki mektubu da stratejiktir. Ancak yine -yukarıda belirttiğim gibi- bu stratejiler inandığı gerçekIere dayalıdır. Örneğin, 1 Ağustos 1920 tarihli mektubunda "rüyaya inandığı" izlenimi  
vermiştir ki, gerçekten de Atatürk rüyaya inanmaktadır. 16-17 Ağustos 1931 tarihli mektubunda ise dinlere bile bilimsel gözle bakmak gerektiği izlenimi vermiştir, ki Atatürk gerçekten de "tek yol gösterici" olarak aklı ve bilimi görmektedir. Falih Rıfkı Atay'ın dediği gibi, "Atatürk çok defa söylediklerinin ve yazdıklarının arkasındadır (ötesindedir), onu yaptıkları ile ele almak gerekir." (19)

Kaynaklar:

(1) Aslen Türkistanlı olan Zakir Kadiri Ugan 1 878 yılında dünyaya geldi. Mısır'daki EI Ezher Üniversitesi'nde eğitim gördü. Ders kitapları için hazırladığı" İslam Tarihi ve Türklerin İslam'daki Yeri" konularını, Camii Ezher Medresesi şeyhlerinin kabul ettiği Arap milliyetçiliği düşüncesine göre yazınca Atatürk'ü çileden çıkardı. ("80 Yıl Önce Sansürlenen Mektup Bulundu", Habertürk, 19 Haziran 2011.)

(2) Atilla Oral, Atatürk'ün Sansürlenen Mektubu, Istanbul, 2011, s. 62

(3) Atilla Oral, Atatürk'ün Sansürlenen Mektubu, Istanbul, 2011, s. 63

(4) Atilla Oral, Atatürk'ün Sansürlenen Mektubu, Istanbul, 2011, s. 63, 64.

(5) Atilla Oral, Atatürk'ün Sansürlenen Mektubu, Istanbul, 2011, s. 61.

(6) Bahriye Üçük, İslam Tarihi, Emeviler-Abbasiler, Ankara, 1979, s. 55.

(7) Bahriye Üçük, İslam Tarihi, Emeviler-Abbasiler, Ankara, 1979, s. 55, 56.

(8) Bahriye Üçük, İslam Tarihi, Emeviler-Abbasiler, Ankara, 1979, s. 56.

(9) Bahriye Üçük, İslam Tarihi, Emeviler-Abbasiler, Ankara, 1979, s. 56.

(10) Atatürk, bu durumu 1930'da hazırlanan" Vatandaş İçin Medeni Bilgiler" kitabında şöyle ifade etmiştir: "Muhammed'in dinini kabul edenler, kendilerini unutmaya, hayatlarını Allah kelimesinin her yerde yükseltilmesine hasretmeye mecburdurlar."

(11) Atilla Oral, Atatürk'ün Sansürlenen Mektubu, Istanbul, 2011, s. 62.

(12) Atilla Oral, Atatürk'ün Sansürlenen Mektubu, Istanbul, 2011, s. 62.

(13) Atilla Oral, Atatürk'ün Sansürlenen Mektubu, Istanbul, 2011, s. 62. 

(14) Tarihi kaynaklar Hz. Ömer'in de Arapçılık yaptığını doğrulamaktadır. Doç. Dr. Bahriye Üçok bu konuda şöyle diyor: "Daha Hz. Ömer zamanında onun ünlü adaletine rağmen Araplık taassubu açıkça görülmeye başlamıştı..." (Üçük, İslam Tarihi, Emeviler-Abbasiler, Ankara, 1979, s. 58.)

(15) Prof. Celal Şengör'den okuyalım: "...Bir lokma bir ekmek ve bir hırka ile kanaat eden insan yaratıcı olmaz. Bu (elbiseyi öven hiçbir düşünce yaratıcı bir toplum ortaya çıkaramaz. Oku/larında itaat ve kanaat öğreten toplumlar, başkalarına itaate ve kendilerine verilene kanaate mecbur olurlar. Önce bu bakış açımızı değiştirmeyi, problemi görmeyi ve rahatsız yaşamayı öğrenmeliyiz." (A. M. Celal Şengör, Aptalı Tanımak, 4. bas, İstanbul, 2015, s. 37.)

(16) Özellikle Emevilerden itibaren İslam tarihindeki halifelik uygulaması tamamen Kur'an dışı, İslam dışı bir uygulamadır. "Allah'ın halifesi" kavramı gibi "Muhammed'in halifesi" kavramı da Atatürk'ün ifade ettiği gibi gerçekten de "maskaralıktır".

(17) (A. M. Celal Şengör, Aptalı Tanımak, 4. bas, İstanbul, 2015, s. 27, 28.)

(18) Sadi Borak, Atatürk'ün Özel Mektuplan, İstanbul, 1998, s. 204.

(19) Falif Rıfkı Atay, Atatürkçülük Nedir?, İstanbul, 1980, s. 5

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Atatürk Ezanı, Kur’an'ı ve İbadet Etmeyi Yasakladı Yalanı

Bir çok Atatürk düşmanı Atatürk döneminde ibadet etmenin, ezanın okunmasının, Kur’an okunmasının yasak olduğunu söyler. Ama Atatürk dönem...