29 Mayıs 2019 Çarşamba

Atatürk, Kur'an'dan "Araboğlu'nun Yaveleri" Diye Söz Etti Yalanı


Karabekir'in, Atatürk'le ilgili çok tartışılan iddialarından biri de Kur'an tercümesiyle ilgilidir. 15 Ağustos 1923 Çarşamba günü Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Darü'l Muallim'in salonunda bir heyeti ilmiye toplantısı düzenlemiştir. İki gün önce yeniden TBMM Başkanı seçilen Atatürk'ün "şeref misafiri" olarak katıldığı toplantıya Köprülüzade Fuat ve İsmail Hakkı (Baltacıoğlu) gibi Darülfünun hocaları yanında Kazım Karabekir de davetlidir. Vakit gazetesinin haberine göre o toplantıda Kur'an tercümesi konusu da konuşulmuştur: "(...) Kuran-ı Kerim'in tefsir ve tercümesi üzerine saatlerce süren münakaşalar yapıldı. (...) Hamdullah Suphi Bey, Gazi'yi ve hazır bulunanlan çaya davet ettiler. Gazi Paşa, 'Bu münakaşa çaydan daha tatlı! Burada oturmama müsaade ediniz, dediler ve münakaşaya devam ettiler. (...) Gazi Paşa, yine Kuran tefsiri bahsine döndüler. Münakaşalar gene kızıştı ve tam beş buçuk saat geç vakte kadar bu dostluk muhitinde, büyük kahramanlanmızın muhabbet ve samimiyeti içinde, mesut dakikalarda hislendik..." (1) (2) (3) (4) Karabekir'in, Atatürk'le ilgili aşağıdaki iddiaları işte bu toplantıya dayalıdır. Karabekir'e göre Kur'an'ın Türkçeye tercüme konusunun tartışıldığı o toplantıda Şeriye Vekili ve Konya milletvekili Hoca Vehbi Efendi ve diğer sözüne güvendiği bazı zatlar Karabekir'e şunları söylemiştir: "Gazi Kuran-ı Kerim'i bazı İslamlık aleyhtan zübbelere tercüme ettirmek arzusundadır. Sonra da Kuran'ın Arapça okunmasını namazda bile yasaklayarak bu tercümeyi okutacak ve zübbelerle işi alaya boğarak güya Kuran'ı da, İslamlığı da (ortadan) kaldıracaktır." (5) (6)
Karabekir bu toplantıda bir ara Atatürk'ün hiddetlenerek bütün içini ortaya döktüğünü belirtmiştir! Karabekir'in iddiasına göre Atatürk şunları söylemiştir: "...Evet, Karabekir, Araboğlu'nun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur'an'ı Türkçeye tercüme ettireceğim ve böyle de okutturacağım. Ta ki budalalık edip aldanmakta devam etmesinler... (7) İşte Karabekir'in bu iddiaları, 1930'lardan beri özellikle Atatürk düşmanlarının ağzında sakız olmuştur. Atatürk düşmanları bu sakızı sürekli şişirip büyük bir gürültüyle patlatmışlardır. Malum çevreler, "Din düşmanı! Kur'an düşmanı!" Atatürk algısı yaratırken en çok Karabekir'in bu iddialarından yararlanmışlardır. Örneğin, Burhan Bozgeyik, "Mehmed Akif, M. Kemal'in liderliğini yaptığı Birinci Grup'un tavırlarını tasvip etmiyordu. Onlara ve dolayısıyla M. Kemal'e muhalifti. Ancak onun M. Kemal'le kavgasının temel sebebi Kur'an'a karşı takınılan tavırdı. Kazım Karabekir Paşa, bu tavır için şu bilgileri verecekti," dedikten sonra Karabekir'in yukarıda yer verdiğim iddialarını -peşinen doğru kabul ederek- sıralamıştır. (9) Atatürk'ün din/İslam düşmanlığını kanıtlamak isteyen Atatürk ve Cumhuriyet düşmanları, Karabekir'in, "Atatürk Kur'an'a 'Araboğlu'nun yaveleri' dedi iddiasını hiç sorgulamadan adeta bir kutsal kitap sözü gibi peşinen doğru kabul etmişlerdir.


İDDİAYA CEVAP

Peki ama Karabekir'in bu meşhur iddialarının doğruluk payı nedir?
Sırayla gidelim:
Bir: Karabekir'in, "Gazi Kur'an-ı Kerim'i bazı İslamlık aleyhtarı zübbelere tercüme ettirmek arzusundadır!" iddiasını her şeyden önce tarih çürütmüştür. Çünkü bilindiği gibi Gazi, Kur'an-ı Kerim'i "İslamlık aleyhtarı zübbelere" değil, İslam'ı en iyi bilen Mehmed Akif (Ersoy)'e ve Elmalılı Hamdi (Yazır)'ye tercüme ve tefsir ettirmek istemiştir. Daha önce de değindiğim gibi Atatürk'ün Kur'an tercümesinden beklediği amaç toplumu "dinsizleştirmek" olmadığı gibi "dindarlaştırmak" da değildir. Burada Atatürk'ün temel amacı, büyük bir çoğunluğu Müslüman olan Türk toplumunun kutsal kitabını okuyup anlamasını sağlamaktır. Çünkü düşünmek ve sorgulamak, doğruyu yanlıştan ayırmak ve kandırılmamak için önce anlamak gerekir. Anladıktan sonra düşünerek dine bağlanmak veya düşünerek dinden uzaklaşmak ise tamamen insanların kendi bileceği iştir.
İki: Karabekir'in, Atatürk "Kur'an'ın Arapça okunmasını namazda bile yasaklayarak bu tercümeyi okutacak!" iddiasını da yine tarih çürütmüştür. Bilindiği gibi Atatürk namazda Arapça Kur'an okunmasını hiçbir zaman yasaklamamıştır.
Üç: Karabekir'in Atatürk'ten duyduğunu iddia ettiği, "Araboğlu'nun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur'an'ı Türkçeye tercüme ettireceğim..." biçimindeki ifadelere gelince ...İleride kanıtlayacağım gibi bu ifadeler Atatürk'e ait değil, Karabekir'in uydurmasıdır. Ama varsayalım ki Atatürk'e aittir! Bu cümleyi kurgulayan Karabekir -belki farkında değil- ama aslında bu cümle, anafikir olarak, Atatürk'ün Kur'an tercümesinden beklediği amacı özetler nitelikte bir cümledir. Çünkü Türkler maalesef yüzyıllardır Allah ile, Kur'an ile aIdatıImıştır. Türk insanının anlamadığı Arapça Kur'an, Atatürk'ün ifadesiyle "din oyunu aktörleri" tarafından bir aldatma aracı olarak kullanılmıştır. Atatürk, Arapça Kur'an'ı Türkçeye tercüme ettirerek Türk halkının Kur'an'ı anlamasını, böylece "budalalık edip aldanmakta devam etmemesini" amaçlamıştır.
Dört: Atatürk'ün, Kur'an-ı Kerim'i "Araboğlu'nun yaveleri!" diye adlandırmış olduğu iddiasına gelince: Normalde Atatürk, yüzyıllardır Türklerin Kur'an'ı anlamadan Arapça okumalarına ve bu topraklarda Arapça Kur'an'ın yüzyıllardır bir "aldatma aracı" olarak kullanılmasına duyduğu büyük tepkiyi en etkili şekilde dile getirmek için böyle bir ifade kullanmış olabilir. (10) Çünkü gerektiğinde bu tarz, muhatabını sarsıcı ifadeler kullanmak Atatürk'ün etkili anlatım yöntemlerinden biridir. Ancak Karabekir gibi huyunu suyunu bildiği muhafazakar geçinen birinin yanında -yöntem gereği de olsa- Kur'an'dan böyle söz etmesi her şeyden önce Atatürk'ün o meşhur stratejisine uygun değildir.
Beş: Olayla ilgili Karabekir'in yazdıklarıyla Vakit gazetesinin haberinde yazılanlar (Kur'an tercümesi konusunun tartışılması, olayın tarihi ve yeri dışında) birbirine uymamaktadır. Karabekir'in yazdıklarına göre kendisi Atatürk'le yüksek tonda bir tartışmaya girmiştir! Kur'an'ın tercümesinin "Rastgele şunun bunun içinden çıkabileceği basit bir iş olmadığı gibi, kötü politika zihniyetinin de işi karıştırabileceği göz önüne alınarak" hareket edilmelidir, diyerek Atatürk'ü uyarmıştır. (11) Yine Karabekir'e göre Atatürk bir ara öfkelenip o meşhur "Arapoğlu'nun yavelerini!" cümlesini kurmuştur! Vakit gazetesinin haberine göre ise tartışmada Atatürk'ün hiç de öyle öfkeli, sinirli bir hali yoktur. Öyle ki, kendisini çaya davet eden Hamdullah Suphi Bey'e, "Bu münakaşa çaydan daha tatlı!" yanıtını verip "münakaşaya" devam edecek kadar rahattır, sakindir. Gazeteye göre tartışmalar "dostluk muhitinde", "muhabbet ve samimiyeti içinde" geçmiş ve oradakileri de "mesut dakikalarda hislendirmiştir". Osman Selim Kocahanoğlu'nun dediği gibi: "Bu sözler ancak öfke ve şiddetin zirvesinde söylenebilir. Mustafa Kemal acaba bu sözleri söylemiş midir? Söylemişse hangi bağlama getirmiştir? Veya aynen böyle mi söylemiştir? ilim Heyeti önünde yaşanan tartışmayı gören Maarif Vekili Hamdullah Suphi ile Ruşen Eşref yanlarına gelerek, 'Paşam çaylar hazır, sofrada herkes sizi bekliyor,' diye tartışmayı sona erdirirler. Karabekir'in, 'Berbat şekle dönüştü, ' dediğine bakılırsa, nezaket dışı bir ağız dalaşı olmuşa benzer... Ne Hamdullah Suphi ne Ruşen Eşrefin anılarına geçmeyen; gazetelere yansımayan bu cümle cemaat tarihçilerinin tektir lügatine buralardan girmiştir..." (12)


Kısacası Atatürk'ün o toplantıda Kur'an'a saldıracak kadar öfkelendiğine ilişkin elimizde -Karabekir'in olaydan yıllar sonra yazdıkları dışında- hiçbir kanıt yoktur. Tam tersine bu olayla ilgili elimizdeki tek kanıt durumundaki Vakit gazetesinin haberide Karabekir'i adeta tekzip etmektedir.
Altı: Olayın meydana geldiği tarih de Karabekir'in iddialarını çürütmektedir. 15 Ağustos 1923 tarihi Atatürk'ün, herkesin içinde uluorta Kur'an'la ilgili dedikodu malzemesi olabilecek şeyler söylemeyeceği kadar erken bir tarihtir. Atatürk'ün en önemli özelliklerinden biri radikal düşüncelerini yeri ve zamanı gelmeden önce asla açıklamamasıdır. "Nutuk"ta bu özelliğini bizzat itiraf etmiştir. Daha cumhuriyetin bile ilan edilmediği, halifeliğin kaldırılmadığı, hanedanın yurtdışına sürgün edilmediği, tekke ve zaviyelerin, medreselerin kapatılmadığı; kısacası neredeyse hiçbir radikal devrimin yapılmadığı bir ortamda Atatürk'ün
-nabız yoklamak amacıyla bile olsa- Kur'an'a yönelik bu tür sözler söylemesi her şeyden önce onun meşhur taktisyenliğine aykırıdır.
Yedi: Karabekir'in iddialarının Karabekir'den başka tanığı yoktur. Oysa ki o günkü Kur'an tercümesi tartışmasında Karabekir ve Atatürk baş başa değildir: Toplantıda Köprülüzade Fuat, İsmail Hakkı (Baltacıoğlu), Hamdullah Suphi (Tanrıöver) ve Ruşen Eşref (Ünaydın) gibi daha pek çok önde gelen, eli kalem tutan insanlar da oradadır. Ancak ne hikmetse onlardan hiçbiri, Atatürk'ün o gün orada Karabekir'in iddia ettiği gibi Kur'an'la ilgili olumsuz şeyler söylediğine ilişkin tek bir satır bile yazmamıştır. (13)
Sekiz: Karabekir'in bu iddialarını yine Karabekir'in bizzat kendisi çürütmüştür. Şöyle ki: Karabekir, Atatürk'le ilgili bu iddialarına, olayın üstünden yaklaşık on yıl geçtikten sonra -öfkeyle- yazdığı kitabında yer vermiştir. Ancak son zamanlarda bir de Karabekir'in günlükleri ortaya çıkmıştır. Fakat ne ilginçtir ki, Karabekir'in günlüklerinde ne 15 Ağustos 1923 tarihinde ne de başka bir gün yazılmış böyle bir not vardır. Karabekir o gün günlüğüne aynan şunları yazmıştır: "...15 Ağustos 1923 Çarşamba. Heyet-i İlmiye'nin son müzakeresinde bulundum. Kitap bayramı teklifimi kabul ettiler. Akşam Maarifin ziyaretine beni çağırdılar. Terbiye mütehassısı İsmail Hakkı ile Köprülü Fuat Beylerle din ve ahlak ve terbiye hususunda görüştük, mütalaamı kabul ettiler..." (14)

Görüldüğü gibi Karabekir'in günlüklerinde, on yıl sonra -Atatürk'le yolları ayrılınca- ortaya atacağı (uyduracağı) iddialardan hiçbir eser yoktur. Günlüklerinde o gün Atatürk'le tartıştığına veya bu tartışmada Atatürk'ün öfkelendiğine ilişkin tek bir satır yoktur. Karabekir, tüm günlük tutanlar gibi, başından geçen, onda birazcık olsun iz bırakan bütün önemli olayları birkaç satırla da olsa günlüklerine kaydettiğine göre, Atatürk'ün Kur'an'a yönelik yukarıdaki "aykırı" ifadelerini -özetleyerek de olsa- sıcağı sıcağına günlüğüne neden yazmamıştır? On yıl sonra anılarını yazarken geçmiş olayları bu günlüklerinden izleyen Karabekir, nasıl olmuş da on yıl önce sıcağı sıcağına günlüğüne yazmaya gerek görmediği bir olayı on yıl sonra noktasına, virgülüne kadar anımsayıp kitabına yazabilmiştir? (15) "Görülür ki kendi notları ile zerzevat tarihçilerinin İnkılap Tarihi saydığı 'Nutuk'a Cevaplar' arasında hiçbir mutabakat yok... Yani ajandasına (günlüğüne) yazdıkları on sene sonra yazdığı anılarını tekzip ediyor; olayları çarpıtma, cümleleri uydurma ve kurgulama becerisi yeterli düzeyde..." (16)

Kaynaklar:

(1) Vakit, 17 Ağustos 1923.

(2) Hakimiyet-i Milliye, 16 Ağustos 1923.

(3) Atatürk'ün Bütün Eserleri, C. 16, s. 85.

(4) Osman Selim Kocahanoğlu, Atatürk-Karabekir Kavgası, Kurtuluş, Kuruluş ve Sonrası, 2. bas., İstanbul, 2013, s. 440.

(5) Karabekir, Nutuk'a Cevaplar, s. 3823.

(6) Uğur Mumcu, Kazım Karabekir, İstanbul, 1990, s. 93, 94. Burada geçen "zübbeler" ifadesi Uğur Mumcu'da "kimseler" olarak yer almıştır.

(7) Karabekir, Nutuk'a Cevaplar, C. 12, s. 3824.

(8) Uğur Mumcu, Kazım Karabekir, İstanbul, 1990, s. 93, 94.

(9) Burhan Bozgeyik, Mustafa Kemal'e Karşı Çıkanlar, İstanbul, 1996, s. 236.

(10) Sinan Meydan, Panzehir, s. 29-91.

(11) Karabekir, Nutuk'a Cevaplar, C. 12, s. 3824.

(12) Osman Selim Kocahanoğlu, Atatürk-Karabekir Kavgası, Kurtuluş, Kuruluş ve Sonrası, 2. bas., İstanbul, 2013, s. 442.

(13) Sinan Meydan, Panzehir, s. 93-112.

(14) Kazım Karabekir, Günlükler, C ll, İstanbul, 2009, s. 871.

(15) Sinan Meydan, Panzehir, s. 93-112.

(16) Osman Selim Kocahanoğlu, Atatürk-Karabekir Kavgası, Kurtuluş, Kuruluş ve Sonrası, 2. bas., İstanbul, 2013, s. 443.




















28 Mayıs 2019 Salı

Atatürk'ün Hz. Muhammed Hakkındaki Sözleri


Müslüman olduğundan iftiharla bahseden Gazi Mustafa Kemal’in, İslâm dininden olduğu gibi, Hz. Peygamber’den de sitayişle ve hürmetle bahsettiği pek çok sözü vardır.

Hz. Peygamber’den bahsederken O hep, genellikle “Cenab’ı Peygamber”, “Peygamber Efendimiz”, “Fahr’i Kâinat Efendimiz” ve onun dönemi söz konusu olduğu zaman da “Peygamberimiz zaman-ı saadetlerinde” diyerek söze başlamıştır. (1)

Saltanatın kaldırılmasıyla sonuçlanan 30.10.1922 tarihli meclis müzakerelerinde yaptığı bir konuşmada; Hz. Peygamber’den sonra gelen Raşit halifelerin devlet başkanlığına seçilme usullerine temas etmiş ve konuşmanın bir bölümünde o gecenin mevlit kandiline isabet ettiğini belirtmiş ve Hz. Peygamber hakkında da şu cümleleri serdetmiştir:

“Bugün o gündür, Filhakika Arabi tarihlerinde bu akşam doğum gününün tamam yıl dönümüne rastlıyor. İnşallah bu hayırlı tesadüftür. (İnşallah sadaları). Hz. Muhammed çocukluk ve gençlik günlerini geçirdi. Fakat henüz peygamber olmadı. Yüzü nurani, sözü ruhanî, rüşd-i rüyette bedelsiz, sözünde sadık, hilm-ü mürüvvetçe başkalarına üstün olan Muhammed Mustafa, evvelâ bu hususî ve mümtaz vasıflarıyla kabilesi içinde Muhammed’ül Emin oldu. Ondan sonra ancak kırk yaşında nübüvvet, kırk üç yaşında risalet geldi. Fahr-i Alem Efendimiz namütenahi tehlikeler içinde, sonsuz mihnetler karşısında yirmi sene çalıştı ve İslâm dinini kurmaya ait peygamberlik vazifesini ifâya muvaffak olduktan sonra vefat etti." (2)

Gazi Mustafa Kemal’in yeryüzünde kendisinin en hayran olduğu kimse sorulduğunda şüphesiz ki hep “Hz. Muhammed”dir derdi. Onun devlet kurmaktaki yeteneğine hayrandı. Zira o hiç yoktan bir devlet kurmuştu.

Atatürk 30.10.1922 tarihli Meclis konuşmasının başlangıcında, peygamberlerin gönderilişindeki ilâhî usule, dinimizin son din ve Peygamber Efendimizin (sav) son peygamber oluşundaki hikmete temas ederken de şöyle diyor:

“Ey Arkadaşlar! Tanrı birdir, büyüktür. Adât-ı İlâhiyenin tecelliyatına bakarak diyebiliriz ki, insanlar iki sınıfta, iki devirde mütalaa olunabilir. İlk devir, beşeriyetin sabâvet ve şebabet devridir. İkinci devir, beşeriyetin rüşd ve kemal devridir. Beşeriyetin, birinci devrede tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi, yakından maddî vasıtalarla kendisiyle iştigal edilmeyi istilzam eder. Allah, kullarının lâzım olan nokta-i tekâmüle vüsülüne kadar, içlerinden vasıtalarla dahi kullarıyla, iştigali, lâzime-i ulühiyetten addeylemiştir Onlara Hz. Adem aleyhisselamdan itibaren mazbut ve gayr-ı mazbut bildirilen ve bildirilmeyen namütenahi denecek kadar çok nebiler, peygamberler ve resuller göndermiştir. Fakat Peygamberimiz (sav) vasıtasıyla en son dinin ve medeniyetin hakikatlerini verdikten sonra artık beşeriyetle bilvasıta temasta bulunmaya lüzum görmemiştir. Beşeriyetin derece-i idrak, tenevvür ve tekemmülü, her kulun doğrudan doğruya ilhamat-ı ilâhîye ile temas kabiliyetine vasıl olduğunu kabul buyurmuştur. Ve bu sebepledir ki, Cenab-ı Peygamber, Hâtemü’l Enbiya olmuştur ve kitabı, Kitâb-ı Ekmel’dir.” (3)


Atatürk’ün Peygamber Efendimiz (sav), dinimizi ve Kur’an hakkındaki sevgi, saygı, takdir ve inançlarını dile getiren ve bizzat kendi ağzından çıkan sözlerini çoğaltmak mümkündür. 
Hz. Peygamber’in (sav) askerî dehası, sevk ve idaredeki başarısını en iyi takdir eden her halde Gazi Mustafa Kemal’dir. Onun değerlendirmelerine Ord. Prof. Şemseddin Günaltay Hoca’nın hatıralarında rastlamaktayız. Şemseddin Günaltay Bey şöyle demektedir: Atatürk, İnönü’ye dönerek; “Hz. Muhammed’i bana, cezbeye tutulmuş sönük bir derviş gibi tanıttırmak gayretine kapılan bu gibi cahil adamlar, onun yüksek şahsiyetini ve başarılarını asla kavrayamamışlardır. Anlamaktan da çok uzak görünüyorlar. Cezbeye tutulmuş bir derviş, Uhud muharebesinde en büyük bir komutanın yapabileceği bir plânı nasıl düşünür ve tatbik edebilir?” der ve önündeki kâğıda Uhud harbinin plânını çizer, İnönü’ye uzatır. Her iki tarafın kuvvet ve durumlarını, alınan tedbirleri, savaştan önceki ve sonraki durumları büyük bir vukufa izah ettikten sonra İnönü’ye; “O zaman orada siz komutan olsaydınız, bundan başka mı hareket ederdiniz?” der. İnönü de aynen tasdik eder. Bunun üzerine Atatürk gözlerini tekrar Günaltay’a çevirerek şöyle der: "Tarih, hakikatleri tahrif eden bir sanat değil, belirten bir ilim olmalıdır. Bu küçük harpte bile askerî dehası kadar siyasî görüşüyle de yükselen bir insandı. Cezbeli bir derviş gibi tasvire yeltenen cahil serseriler, bizim tarih mesaimize kalamazlar. Hz. Muhammed, bu harp sonunda çevresindekilerin direnmelerini yenerek ve kendisinin yaralı olmasına bakmayarak, galip düşmanı takibe kalkışmamış olsaydı, bugün yeryüzünde Müslümanlık diye bir varlık görülemezdi.”(4)

"Muhammed Mustafa, peygamber olmadan evvel kavminin sevgisine, saygısına, güvenine erişti. Ondan sonra ancak kırk yaşında nübüvvet ve kırk üç yaşında risâlet geldi. Fahrıâlem Efendimiz, sonsuz tehlikeler içinde, tükenmez sıkıntılar ve zorluklar karşısında yirmi sene çalıştı ve İslâm dinini kurmağa ait peygamberlik görevini yapmayı başardıktan sonra gökyüzünün ve cennetin en yüksek katına erişti." (5)


"O, Allah’ın birinci ve en büyük kuludur. Onun izinde bugün milyonlarca insan yürüyor. Benim, senin adın silinir, fakat sonsuza kadar O, ölümsüzdür." (6)
  
"Musa, cahiliyet devrinde "Evâmir-i aşere"*siyle insanlığa erdem dersleri vermiştir. Musa ile Muhammed’in arasını yüzyıllar doldurmuştur. İnsanlık son bedeviyet döneminde, ne de olsa ilerlemiştir. Hazret-i Muhammed, Musa döneminin din görüşlerindeki hurafeleri kısmen atmayı başarmıştır." (7)

1923 yılında Balıkesir Zağnos Paşa Camii’nde minberden söylemiştir: 
" Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Cenab-ı Hak tarafından insanlara dinî gerçekleri bildirmeye memur ve elçi olmuştur. Ana yasası, hepimizce bilinir ki, şanı büyük olan yüce Kur’an’daki naslardır*. İnsanlara gelişme ve aydınlanma ışığı vermiş olan dinimiz, son dindir, en eksiksiz dindir; çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor. Eğer akla, mantığa ve gerçeğe uymasaydı, bununla diğer ilâhî doğa yasaları arasında karşıtlık olması gerekirdi; çünkü bütün evren yasalarını yapan Cenab-ı Haktır." (8)


Büyük bir devrim yaratan Muhammed’e karşı beslenilen sevgi, ancak onun ortaya koyduğu fikirleri, esasları korumakla belirmesi gerekti. Peygamber ölür ölmez düşünülecek şey, onu bir an evvel toprağa vermek değil, yaratmış olduğu devrimi güven altına almaktı. Bu da, yerine evvelâ devrimi kavramış en yakın bir arkadaşını geçirerek baş gösterecek tehlikeleri önlemekle olurdu. Devrimi kavramış ve ona bütün varlığıyla bağlanmış böyle bir halef seçtikten sonradır ki onun gömülmesi düşünülebilirdi. O zaman, beş on akraba ile değil, bütün kendisine bağlananların katılımıyla ve şanına lâyık bir törenle fâni cesedi ebedî istirahat yerine bırakılırdı… Ne Ali, ne de diğer Hâşimoğulları bunu düşünemediler. Bu gerçeği o zaman ancak üç büyük insan kavramıştır: Ebubekir, Ömer ve Ebu Ubeyde. Tarih olaylarının gelişimi, Müslümanlığın bu üç büyük insanın girişim ve gayretleriyle kurtulmuş olduğunu meydana koymuştur. Devrimin bu üç siması, yaratıcısı kadar büyük insanlardır. (9)

Atatürk'ün ölmeden 15 gün kadar önce dünyadaki müslümanlara gönderdiği mesajında şunları dile getiriyor:
"Bütün Dünya'nın Müslümanları, Allah'ın son peygamberi Hz. Muhammed'in (s.a.v) gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmeli. Tüm Müslümanlar Hz. Muhammed’i örnek almalı ve kendisi gibi hareket etmeli. İslamiyet'in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli; zira, ancak bu şekilde insanlar kurtulabilir ve kalkınabilir." (10)



Mustafa Kemal, İslâm Peygamberi Hz. Muhammed hakkında oldukça hürmetkar ve sitayişkâr ifadeler kullanır. Onun insanlık tarihinin en seçkin ve dahi kişisi olduğunu söyler. Daveti ve tebliğ hizmeti mücadelesi hakkında geniş bilgiler verir. İşte O’nun Hz. Peygamberle ilgili görüşlerinden bir kesit:

Son peygamber olan Muhammed Mustafa (S.A.S.) 1394 yıl önce Rûmi Nisan ayı içinde Rebiulevvel ayının Onikinci Pazartesi gecesi sabaha doğru tan yeri ağarırken doğdu. Gün doğmadan… Bugün o gündür. İnşallah büyük tesadüftür. Gerçekten Arap tarihiyle bu akşam doğum gününün yıldönümüne rastlıyor. Hz. Muhammed, çocukluk ve gençlik günlerini geçirdi. Fakat henüz Peygamber olmadı. Yüzü nurlu, sözü ruhani, olgunluk ve görünüşte eşsiz, sözünde doğru, yumuşak huylu ve insanlıkta ötekilere üstün olan Muhammed Mustafa önce bu özel vasıflar ve seçkinliğiyle kabilesi içinde “Muhammedü’l-emin” oldu. Muhammed Mustafa, Peygamber olmadan önce kavminin sevgisine, saygısına, güvenine ulaştı. Ondan sonra ancak kırk yaşında nübüvvet ve kırküçüncü yaşında risûlet geldi. Fahriâlem Efendimiz sonsuz tehlikeler içinde bitmez sıkıntı ve zorluklar karşısında yirmi yıl çalıştı ve islâm dinini yerleştirmek için peygamberlik görevini yapmayı başardıktan sonra cennetin en yüksek tabakasına ulaştı. Kendisinin irşadına ulaşmış olan müslümanlar ve özellikle seçkin sahabe pek çok gözyaşı döktüler. Fakat insanlık gereği olan bu üzüntülü durumun faydasız olduğunu hemen anlayan anlayışlı kişiler. Peygamberin arkasından ağlamak değil, ümmetin işlerini bir an önce güzel yürütmeye ulaştıracak tedbiri almak inancıyla toplandılar. Resûl-i Ekrem’e halife olacak bir emir seçilmesi söz konusu edildi. Hz. Peygamberi dostu olan Hz. Ebubekir’den şahsen çok hoşlanırdı. Son nefeslerini yaşarken Ebubekir’in kendisine halef olmasının uygun olacağını değişik şekillerde işaret de buyurmuşlardı.” (11) (12)

Atatürk bu söylevinde İslâm Peygamberi’nin hayatını ve dini tebliğ çalışmalarını veciz bir şekilde ortaya koymaktadır. Siyer kitaptan ve İslâm tarihi kaynaklarının genel anlatımı çerçevesinde kalan bu açıklaması ile Hz. Peygamber’in hayatını ve ilk devir İslâm tarihini teferruatıyla bildiğini göstermektedir. Ancak O’nun bilgilerinin de bir takım kaynakları vardır. 


Gazi Mustafa Kemal, hurafelerden uzak, akla ve ilme önem veren gerçek din anlayışının yeniden cemiyetimizde canlandırılması için birçok faaliyetlerde bulunmuştur. Bir konuşmasında bu faaliyetleri niçin yaptığını şöyle açıklamıştır:

“İlk olarak Kur’an’ın dilimize çevrilmesini istedim. Bu da ilk defa olarak Türkçeye çevriliyor. Hz. Muhammed’in (sav) hayatına ait bir kitabın çevrilmesini de emrettim.” (13)

Kur’an’ın halka öğretilmesi ve açıklanması çalışmaları Gazi Mustafa Kemal’in dine olan inancının ve dine hizmet anlayışının açık bir göstergesidir. O döneme kadar Türkçeye çevrilmeyen Kur’an, ilk olarak Atatürk zamanında Türkçe tercüme ve tefsir edilmiş, bedava bastırılarak halka dağıtılmış ve bununla toplumun Kur’an’ı anlaması ve ondan öğüt alması hedeflenmiştir.

“Kur’an’dan öğrendiğimize göre, Hz Muhammed hiç değişmeden yaşamış bir insan değildi; o da hayat ve hadislerin zaruri icapları karşısında âdeta hergün değişmiştir.” (14)

“Hz Muhammed, ihtida (dininden dönerek müslüman olma) Allah’ın resulüyüm diyerek ortaya çıkmamıştır; bunu düşünmemiştir. Bu düşünce, senelerce mücadele ettikten sonra kendisinde hasıl olmuştur." (15)

Not 1: Atatürk Kur'an-ı 7 yaşında hatmetmiş, 8 yaşında hafız olmuştur. (16)

Not 2: Atatürk  Cumhuriyet kurulduktan sonra da Kur'an okumuştur. Hatta Atatürk'ün özel hafızı bile vardır. (17) (18) (19) (20) (21)

Not 3: Kazım Karabekir'in hatıralarında Atatürk'ün Hz Muhammed hakkında kötü sözler söylediği bazılarınızca bilinmektedir. Bu hatıralar ve Atatürk'ün Hz Muhammed hakkında kötü söz söylediği yalandır. (22) (23)

Kaynaklar:

(1) Prof. Dr. İsmail Yakıt, Diyanet Avrupa Aylık Dergi, Sayı:55 (Kasım 2003), s.20-21

(2) Sadi Borak, Atatürk ve Din, İstanbul, 1962, s. 17

(3) Atatürk’ten Düşünceler, Enver Ziya Karal, s.65

(4) Atatürk, Anekdot-Anılar, K. Arıburnu, Ankara 1960, s.166

(5) 1922 Atatürk’ün S.D.l, s. 262-263

(6) 1926 Ali Rıza Ünal, Atatürk Hakkındaki Anılarım, Türkiye Harb Malûlü Gaziler Dergisi, Sayı: 158, 1969, s. 23

(7) Asaf İlbay, Tan gazetesi 13. 7. 1949

(8) 1923 (Atatürk’ün S.D.11, s. 94)

(9) 1930 Şemsettin Günaltay, Ülkü Dergisi, Cilt:9, Sayı: 100, 1945, s.4

(10) Prof. Dr. Hanif Fauk, Urduca Yayınlarda Atatürk, A.Ü. Dil. ve Tarih-Coğrafya Fak. Yayınları, Ankara 1979, s. 102

(11) Nutuk-Söylev, Il.cilt, Ankara, T.T.K. Yayınları, 1989, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, s.106-108.

(12) Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, s. 106-108.

(13) 1933 Abdülkadir İnan, İki Hatıra, Türk Dili Dergisi, TDK, Sayı: 74, 1957, s. 66

(14) Şerafettin Turan, Atatürk’ün Düşünce Yapısını Etkileyen Olaylar, Düşünürler, Kitaplar, Türk Tarih Kurumu Yayınevi, Ankara 1989, s. 35

(15) Şerafettin Turan, Atatürk’ün Düşünce Yapısını Etkileyen Olaylar, Düşünürler, Kitaplar, Türk Tarih Kurumu Yayınevi, Ankara 1989, s. 35

(16) Sinan Meydan, Akl-ı Kemal, Cilt 4

(17) Bakış, Kasım, 1970

(18) Sinan Meydan, Akl-ı Kemal, Cilt 4

(19) Hafız Yaşar Okur, Atatürk'le 15 Yıl Dini Hatıralar.

(20) Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi. Cilt: 5, İstanbul 1943, s. 1520, 1522

(21) Atatürk’le On Beş Yıl. Dini Hatıralar, Sabah Yayınları, İstanbul, 1962. s. 10,11

(22) Sinan Meydan, Paznehir, s. 93-112

(23) Sinan Meydan, Atatürk ile Allah Arasında 

Atatürk "Dini Ve Namusu Olanlar Kazanamazlar" Dedi Yalanı


Kazım Karabekir'in kitaplarında, anılarında geçen "Atatürk ve din" konulu bazı iddialarını, başka belgelerle hatta bizzat Karabekir'in farklı zamanlarda yazdıklarıyla karşılaştıracağım. Bakalım ne kadarı doğru ne kadarı yalan!

DİN VE NAMUS TARTIŞMASI

Yer: Ankara Tren İstasyonu Karabekir, anılarında o gün orada Atatürk'le aralarında din konusunda bir tartışma yaşandığını belirtip şunları anlatmıştır: "Mustafa Kemal Paşa, 'Dini ve namusu olanlar aç kalmaya mahkumdur. Dini ve namusu olanlar kazanamazıar, fakir olmaya mahkumdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Bunun için önce din ve namus anlayışını değiştirmeliyiz. Partiyi (CHP) bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunlan çabuk zengin etmeliyiz. Bu suretle kalkınma kolay ve çabuk olur. Dini ve ahlaki inkılap yapmadan önce hiçbir şey yapmak mümkün değildir. Bunu da ancak bu prensipleri kabul edebilecek genç unsurlarla yapabiliriz."
Karabekir, Atatürk'ün bu sözlerine şöyle yanıt verdiğini belirtmiştir:
"Dinsiz ve ahlaksız millete bu dünyada hayat hakkı olmadığını tarih gösteriyor. Paşam, bu yeni ak ide bizi Bolşevikliğe
götürür. Siz millet kürsüsünden haykırdınız ki, sulhtan sonra millet saflan içine çekilerek bir ferdi millet gibi yaşayacağım. Halbuki şimdi halkın asla hoşuna gitmeyeceği ve benim bile derin bir uçurum gördüğüm bir formülü zorla kabul ettirecek bir idare kurmaya gidiyorsunuz. Bunu yapmayınız. Milli birliğimiz sarsılır ve bir asalak tabaka halkın başına geçerek kanını emer. Hiçbirimizin hayatı uzun değildir. Bu milletin yeni sarsıntılara tahammülü yoktur. Planlı ve programlı olarak İstiklal Harbimiz'deki ruhumuzla yürüyelim. İstiklal Harbi'ni canıyla, kanıyla kurtaran milletimize hürriyet ve aşk saadetini
tattıralım."(1) (2)

YALANA CEVAP:

Sırayla gidelim:
Bir: Bu iddia sadece Karabekir tarafından anlatılan, başkaca hiçbir tanığı olmayan tek taraflı bir iddiadır.
İki: Yeri ve zamanı gelmeden kafasındaki devrimci düşünceleri ve planları en yakın arkadaşları da dahil hiç kimseyle paylaşmayan strateji ustası Atatürk'ün, 10 Temmuz 1923 gibi, Türk Devrimi için henüz çok erken bir tarihte (henüz Lozan imzalanmamış, halifelik kaldırılmamış, tekke ve zaviyeler kapatılmamış, eğitim öğretim birleştirilmemiş, Şeriye ve Evkaf Vekaleti kapatılmamış, Osmanlı hanedanı yurtdışına sürgün edilmemiş, medreseler kapatılmamış ve laiklik hayata geçirilmemiştir) üstelik Karabekir gibi muhafazakar takılan birinin yanında, uluorta "Dini ve namusu olanlar aç kalmaya mahkumdur!" diyerek dine saldırması her şeyden önce akla yatkın değildir. Atatürk o günlerde din konusunda çok dikkatlidir. Örneğin Ocak 1923'te İzmit'te Kılıçzade Hakkı'nın "Yeni kurulacak devletin bir dini olacak mı, yeni devlet bir din ile tedeyyin edecek mi?" sorusuna Atatürk o meşhur taktisyenliğiyle -henüz zaman ve zemin uygun olmadığı için- şöyle dikkatli bir yanıt vermiştir: "...Edilecek mi edilemeyecek mi bilemem. Bugün mevcut olan kanunlarda aksine bir şey yoktur. Millet dinsiz değildir, mütedeyyindir ve dini de İslam'dır. Yani komünistlik gibi dini reddedecek ortada bir meslek yoktur." Atatürk, 1923 ortamında verdiği bu yanıtın taktiksel bir yanıt olduğunu 1927'de "Nutuk "ta şöyle açıklamıştır: "Gazeteci muhatabımın sorusuna 'Hükümetin dini olmaz!' diyemedim. Aksini söyledim: vardır efendim, İslam dinidir,' dedim. Fakat ardından 'İslam dini fikir hürriyetine
maliktir' cümlesiyle cevabımı açıklama ve yorumlama gereği hissettim. " (3) Ocak 1923'te Kılıçzade Hakkı'ya "Hükümetin dini olmaz!" diyemeyen Atatürk'ün sadece 6 ay sonra Temmuz 1923'te Kazım Karabekir'e, "Dini ve namusu olanlar aç kalmaya mahkumdur!" demiş olması mümkün müdür Allah aşkına? Atatürk, özellikle radikal devrimlerin öncesinde, 1923 yılında yerli veya yabancı hiç kimseye din/İslam eleştirisi yapmamıştır. Örneğin o günlerde Asaf İlbay'ın "Paşam, din hakkındaki düşüncelerinizi öğrenmek istiyorum" sorusuna Atatürk şu yanıtı vermiştir: "Din vardır ve lazımdır. Temeli çok sağlam bir dinimiz var. Malzemesi iyi fakat bina uzun asırlardır ihmale uğramış, harçlar döküldükçe yeni harç yapıp binayı takviye etmek lüzumu hissedilmemiş, aksine olarak birçok yabancı unsur (tefsirler-hurafeler gibi) binayı fazla hırpalamış. Bugün bu binaya dokunulamaz, tamir de edilemez. Ancak zamanla çatlaklar derinleşecek ve zamanla sağlam temeller üzerinde yeni bir bina kurmak lüzumu hasıl olacaktır..." (4) Görüldüğü gibi Karabekir'e güya, "Dinsiz ve namussuz olalım!" diyen Atatürk, Asaf ilbay'a "Din vardır ve lazımdır. Temeli çok sağlam bir dinimiz var!" demiştir.


Atatürk, 29 Ekim 1923'te -yani Karabekir'e "Dinsiz ve namussuz olalım!" dedikten 3 ay sonra- Fransız gazeteci Pernot'ada "Dinime, bizzat gerçeğe nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum. Şuura aykın, ilerlemeye engel hiçbir şey içermiyor." demiştir. (5) 22 Temmuz 1923'te -Karabekir'e "Dinsiz ve namussuz olalım! " demeden 6 ay önce Bursa'da halka, "Milletimiz din ve dil gibi kuvvetli iki fazilete sahiptir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet, milletimizin kalp ve vicdanından söküp alamamıştır ve alamaz, " demiştir. (6) Karabekir güya, "Dinsiz ve namussuz olalım!" diyen Atatürk'ü, "Dinsiz ve ahlaksız bir millete bu dünyada hayat hakkı olmadığını tarih gösteriyor!" diye uyardığını (!) iddia etmiştir. Ancak Karabekir'in Atatürk'e böyle bir uyarıda bulunması da anlamsızdır. Çünkü bir gerçekçi olan Atatürk de milletler için dinin gerekli olduğunu düşünmektedir. Örneğin 1930'da aynen şöyle demiştir: "Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur. Yalnız şurası var ki din, Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. " (7) (8) Yine Karabekir'in "...Paşam bu yeni akide (dinsizlik ve namussuzluk) bizi Bolşevikliğe götürür!" diyerek Atatürk'ü uyardığı iddiası da çok anlamsızdır. Çünkü Atatürk de zaten Bolşevikliğe ve komünizme karşıdır. Nitekim 2 Aralık 1922'de Petit Parisien muhabirine verdiği demeçte, "Biz ne Bolşevik, ne komünist, ne biri ne diğeri olamayız. Çünkü biz milliyetperver ve dinimize hünnetkanz," demiştir.
Üç: Karabekir'in Atatürk'ün ağzından aktardığı "Dini ve namusu olanlar aç kalmaya mahkumdur. Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir olmaya mahkumdurlar... Bunun için önce din ve namus anlayışını değiştirmeliyiz!" şeklindeki sözler her şeyden önce Atatürk'ün üslubuna, yaşam görüşüne, gerçekçiliğine ve ahlak anlayışına uygun değildir. İşin ilginç yanı, Karabekir'in iddiasına göre güya, 10 Temmuz 1923'te bizim "Dinsiz ve namussuz olmamızı" isteyen (!) Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nı, kendi ifadesiyle bir "Namus Cephesi"yle kazandığını belirtmiştir. Atatürk 27 Ocak 1923'te İzmir Hükümet Konağı'nda yaptığı konuşmada bu "Namus Cephesi"nden şöyle söz etmiştir: "...İzmir ve çevresinin çok namuslu ve vatansever halkı hiçbir zaman bu hükümdar (Vahdettin) ile ve onun heyeti ile beraber olmadı, olmak istemedi ve olamazdı. Onun için derhal Redd-i İlhak adıyla kurduğu cemiyet aracılığıyla bütün halkı vatan savunmasına çağırdı. Bu nedenle o cemiyetin adını saygıyla anmayı bir borç sayanm. Bu girişim ile düşman karşısında bir Namus Cephesi oluştu. Bu cephe çok büyük, maddi olarak çok kuvvetliydi denilemez. Fakat çok yüksek namus ve manevi kuvvete sahipti. Şüphe yok, bu Namus Cephesi bütün memleket için bir çağın ve yüreklendirme, harekete geçirme cephesiydi. Bunu oluşturan insanlar çok iyi biliyordu ki, bütün vatandaşlar bu cepheye koşacaktı. Gerçekten öyle oldu. Bütün millet gerçeği anladı. İşbirliği yaptı ve bu cephenin desteklenmesine koştu. Ancak düşmanlanmız bunu anlamışlar ve buna imkan ve fırsat vermemek için derhal o Namus Cephesine saldırmışlardı. Efendiler, Namus Cephesi hiçbir zaman yıkılmaz, yenilemez. Bundan dolayı o cephe yıkılmamış, mağlup edilememiştir. (...) Bir devir yaşıyoruz ki (...) millet ve memlekete izzet, şeref, namus kazandınyor ve muvaffakiyet, muzafferiyet veriyor, o da bu devirdir." (9) (10) Görüldüğü gibi Atatürk bizzat kendi ağzından koca bir Kurtuluş Savaşı'nı "namus" kavramıyla açıklamıştır. Kurtuluş Savaşı'nı Atatürk'ün başka hiç kimse "Namus Cephesi" olarak adlandırmamıştır. Ona göre halkın işgallere karşı gösterdiği direnişle, yani Kuvayı Milliye hareketiyle bir Namus Cephesi kurulmuştur. Çünkü İzmir'in işgal edileceğini duyan vatansever İzmirli gençlerin kurduğu Redd-i İlhak Cemiyeti ve işgallere karşı Anadolu'nun dört bir yanında kurulan direniş cemiyetleri kelimenin ilk anlamıyla önce bireysel, sonra toplumsal namusu korumayı amaçlamıştır. Atatürk'ün ifadesiyle "Bu cephe (...) çok yüksek namus ve manevi kuvvete sahipti." Görüldüğü gibi Atatürk, bırakın halkın namus anlayışını değiştirmeyi, halkın "namusuyla" ve "manevi kuvvetiyle" övünmektedir. 27 Ocak 1923'te "Efendiler, Namus Cephesi hiçbir zaman yıkılmaz, yenilemez. Bundan dolayı o cephe yıkılmamış, mağlup edilememiştir," diyerek "namus" kavramını yücelten Atatürk'ün 6 ay sonra, 10 Temmuz 1923'te "Dini ve namusu olanlar aç kalmaya mahkumdur! (...) Bunun için önce din ve namus anlayışını değiştirmeliyiz." diyerek "namus" kavramına saldırması düşünülebilir mi?


Dört: 10 Temmuz 1923'te Karabekir gerçekten de Atatürk'le din konusunda bir tartışmaya girmiş olabilir. Çünkü Atatürk, tam da o günlerde benim "dinde öze dönüş" veya "dinde yeniden yapılanma" diye adlandırdığım bir projeye kafa yormaktadır. (11) Atatürk, o gün Karabekir'e bu projesinden söz etmiş olabilir. Yaşanan biçimiyle dini eleştirmiş de olabilir. Ancak Karabekir, maalesef hep yaptığı gibi, Atatürk'ün dinde yeniden yapılanma projesini -din dilinin Türkçeleştirilmesi, hurafelerle mücadele edilmesi ve bazı din eleştirilerini vb. Atatürk'ün halkı "dinsizleştirme ve namussuzlaştırma" projesi olarak bize aktarmıştır. Karabekir, olayların üzerinden on yıl geçtikten sonra, Atatürk'ten bir anlamda intikam almak amacıyla kaleme aldığı anılarında olayları karıştırmış, çarpıtmış, hatta zaman zaman açıkça olay uydurmuştur.
Beş: Bir olasılık da şudur: Atatürk din konusunda Karabekir'in nabzını yoklamak istemiş olabilir. Bazen yaptığı gibi muhatabını öfkelendirecek çok ağır şeyler söyleyip, muhatabının Karabekir'in tüm içini dökmesini amaçlamış da olabilir. Eğer bu olasılık doğruysa Atatürk amacına ulaşmıştır!
Altı: Son bir olasılık da şudur: Atatürk, din konusundaki duyarlılığını bildiği Karabekir'le yarı şaka yarı ciddi dalga geçmiştir! Atatürk o gün gerçekten ne dedi? Karabekir ne anladı Ne kadarını bize aktardı? Allah bilir! Ama Allah aşkına! Bırakın Atatürk gibi çağını aşmış bir strateji dehasını, kim, -gerçekten öyle düşünüyor olsa bile-, muhafazakar bir arkadaşına, üstelik çok zamansız bir şekilde, ağzını aramak için bile olsa, "dinsiz ve namussuz olalım!" der? Bırakın tarihi, biraz mantık yeter bu bulmacayı çözmek için?
Yedi: Karabekir'in en büyük çelişkisi ise şudur: Anılarında bir yerde "Atatürk, dinsiz ve namussuz olmamızı istiyordu!" diyen Karabekir, aynı anılarında başka bir yerde "Atatürk Hıristiyan olmamızı istiyordu!" diyecektir. Karabekir din, iman üzerinden Atatürk düşmanlığı yapanlar gibi mantık gözetmeden Atatürk'ü Müslüman halkın gözünden düşürecek her yolu denemiştir. Karabekir'in Atatürk'e yönelik iddialarında gerçekten insanı güldüren bir mantıksızlık vardır. Örneğin, Atatürk dinsiz olmamızı istiyorsa, Hıristiyan olmamızı isteyemez, Hıristiyan olmamızı istiyorsa dinsiz olmamızı isteyemez! Çünkü sonuçta Hıristiyanlık da bir dindir! (12) Karabekir'in Atatürk karşıtlığı aklını karıştırmış, gözlerini kamaştırmış olsa gerek ki kitabındaki bu tür çelişkileri, mantıksızlıkları görememiştir! Çünkü Karabekir tek bir amaca kilitlenmiş; öyle ya da böyle Atatürk'ü İslam düşmanı göstermeye odaklanmıştır. Sonuçta "dinsizlik" isteyen Atatürk de "Hıristiyanlık" isteyen Atatürk de "İslam düşmanı" Atatürk imgesine hizmet edecektir.

Kaynaklar:

(1) Kazım Karabekir, Nutuk'a Cevaplar, haz. Faruk Özerengin, C. 12, İstanbul, 1997, s. 3808.

(2) Kazım Karabekir, Paşalann Kavgası, Atatürk-Karabekir Kavgası, İstanbul, 1992, s. 142-145.

(3) Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, 12. bas., İstanbul, 2002, s. 564.

(4) Asaf ilbay, Çocukluk Arkadaşım Atatürk, Mustafa Kemal'le 45 Yıl, İstanbul, 2014, s. 108, 109.

(5) Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, C. III, 5. bas., Ankara, 1997, s. 93.

(6) Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, C. II, 5. bas., Ankara, 1997, s. 70, 71.

(7) Kılıç Ali, Atatürk'ün Hususiyetleri, İstanbul, 1955, s. 116.

(8) Kocatürk, Atatürk'ün Fikir ve Düşünceleri, s. 228.

(9) Atatürk'ün Söylev ve Demeçieri, C. II, s. 82, 83.

(10) Atatürk'ün Bütün Eserleri, C. 14, s. 396, 397.

(11) Atatürk'ün dinde öze dönüş projesinin ayrıntıları için bkz. Sinan Meydan, Akl-I Kemal, Atatürk'ün Akıllı Projeleri, (5 cilt bir arada), s. 850-953.

(12) Karabekir'in çelişkileri için bkz. Sinan Meydan, Atatürk'ü Anlamak İçin Nutuk'un Deşifresi, 4. bas., İstanbul, 2014, s. 515

27 Mayıs 2019 Pazartesi

Atatürk Ayete "Safsata" Dedi Yalanı


Atatürk, 1930'ların başında yeni Türkiye'ye yakışır şekilde "akılcı" ve "bilimsel" nitelikte yeni ders kitapları hazırlatmak istemiştir. Hazırlanacak yeni ders kitaplarının yeni Türkiye'nin ulusal, laik ve çağdaş eğitim sistemine uygun şekilde çağın en son bilimsel verileri dikkate alınarak hazırlanmasını istemiştir. Yeni Türkiye'nin kuruluş sürecinde özellikle tarihe, tarih dersine büyük bir önem veren Atatürk, tarih kitaplarının da belgelere dayalı, tarafsız ve bilimsel nitelikte kitaplar olmasını istemiştir. Atatürk, yeni tarih kitaplarının yazımı için Türk Tarih Tetkik Cemiyeti'ni görevlendirmiştir. Cemiyet liselerde okutulacak tarih kitaplarının yazımına başladığında "İslam Tarihi" ve "Türklerin İslam'daki Yeri " konulu bölümü de Mısır'daki ünlü El Ezher Camii ve Üniversitesi mezunu Zakir Kadiri (Ugan)'a hazırlatmıştır. (1) Atatürk, Zakir Kadiri'nin hazırladığı "İslam Tarihi" ve "Türklerin İslam'daki Yeri" konulu bölümlerde Arap milliyetçiliğine ve bilimdışı değerlendirmelere yer verildiğini görüp buna itiraz etmiş ve bazı düzeltmelerin yapılmasını istemiştir. Ancak düzeltmeler istediği şekilde yapılmayınca, Atilla Oral'ın tabiriyle, adeta "ateş püskürmüştür".

Atatürk, dönemin Türk Tarih Kurumu Başkanı Tevfik Bıyklıoğlu'na gönderdiği mektubunda hangi ilkelere uygun bir İslam Tarihi yazılması gerektiğini anlattıktan sonra şöyle demiştir:  
"Tevfik Beyefendi! Zakir Kadiri'nin ahmakçasına notlarını düzeltirken bu noktalara da dikkat buyurunuz. Bu münasebetle yüksek heyetinizin başkanı bulunan size hatırlatırtm ki, yeni dünya ufuklarına açacağınız yeni tarih semasında dikkatli olunuz. Sonradan, uydurma bir eser meydana getirerek ardından pişman olmaktansa, hiçbir eser meydana getirmemek beceriksizliğini itiraf etmek daha iyidir. İlim alanında şüpheli olmak Mısır'ın Camii Ezher'i mezunlarına inanmaktan daha iyidir."  
(...)
"...Biz daima gerçeği arayan ve onu buldukça ve bu bulduğumuza inandıkça, ifadeye cesaret gösteren adamlar olmalıyız."
"...Bu yolda yürürken Camii Ezher kaçkınlanndan mı yardım dileyeceksiniz?"
"Her şeyden önce kendinizin dikkatle ve itina ile seçeceğiniz belgelere dayanınız. Bu belgeler üzerinde yapacağınız incelemede her şeyden ve herkesten önce kendi karar verme yetinizi ve ince milli süzgecinizi kullanınız. Sizi büyük hedefe ancak bu görüşlerden kıskanç olmak ulaştırabilir. Yoksa dünyanın bin bir şarlatanı ve bin bir milletin tarihşinas yaşayan sokak politikacısının ve bunları yüksek ölçekte temsil eden Camii Ezher kaçkınının oyuncağı kılar." (3) "Bana bu kadar söz söyleten nedeni açıklayayım: Camii Ezher kaçkınını bulan sizsiniz. Eseri diye, Ankara'dan ayrıldığım son gün önüme koyduğunuz örümcek Arap yazılı paçavralan okuduğunuz zaman derhal itirazımı serdetmiştim. Bunu nazarı dikkate alacağınızı vaat etmiştiniz! İncelemenizden sonra bana verilen yazılar o kadar sersem ve cahil ve Camii Ezher kaçkını bu adamın mahsulü olduğunu gördüm ki, sizi rencide edecek bir söz söylemeden bu paçavralar üzerinde yeniden çalışmaya mecbur oldum. Bu sözlerimi sizi utandırmak için yazmıyorum. Bu yazılarımı, bundan sonraki mesainizde dikkat ve intibah dersi olması için yazıyorum. " "Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapanaa sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtan bir hal alabilir. Siz buna razı mısınız?" (4) Bu cümlelerde çok açıkça görüldüğü gibi Atatürk'ün temel kaygısı bilimselliktir. Türk Tarihi Kurumu'nu, Türk Dil Kurumu'nu, Türkiyat Enstitüsü'nü, Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'ni, Türk Antropoloji Kurumu'nu kuran; Anadolu'nun dip kültürünü açığa çıkarmak için "milli kazılar" yaptıran; Anadolu'nun binlerce yıllık tarihini sergilemek için Türkiye'nin dört bir yanında arkeoloji müzeleri açtıran; Tarih ve Dil Kurultayları, tarih sergileri düzenleten; Uluslararası Antropoloji ve Tarihöncesi Arkeoloji Kongrelerine temsilci gönderen, hatta bu kongrelere ev sahipliği yapan; yeni tarih kitapları yazdıran; kısacası zamanın tüm bilimsel yöntemleriyle emperyalizmin güdümündeki Batı merkezci tarihe başkaldıran Atatürk, Türk ve dünya tarihi gibi İslam tarihinin ve Türklerin İslam tarihindeki yerinin de Batı merkezci veya Arap milliyetçisi gözünden anlatılmasını istememiştir. O bu konuların da belgelere dayalı, tarafsız, en önemlisi de dinsel değil bilimsel, dolayısıyla gerçeği ortaya çıkaracak biçimde yazılmasını istemiştir. Ancak, yeni Türkiye'de liselerde okutulacak yeni tarih kitapları için "İslam Tarihi" ve "Türklerin İslam'daki Yeri" konularını yazan Camii Ezher mezunu Zakir Kadiri'nin Arap milliyetçiliğine ve bilimsel olmayan "dinsel" bilgilere ve yorumlara yer vermesi Atatürk'ü çileden çıkarmıştır.  Atatürk öfkelenmiştir. Bilimle uğraşanların, aklı ve bilimi göz ardı etmelerindedir öfkesi. Bu nedenle mektubunda adeta bir tarih profesörü gibi tarih biliminden söz etmiştir. Belgelere dayanmayan, gerçekçi olamayan tarih yazımını "paçavra" olarak adlandırmıştır. Atatürk'ün söz konusu mektubundaki şu bilimsel çıkarımlar, tüm tarihçilerin kulağına küpe olması gereken türden temel ilkelerdir: 
- Uydurma bir eser vermektense hiç eser vermemek beceriksizliğini ifade etmek daha iyidir. 
- İlim alanına şüpheli olmak gerekir. 
- Gerçeği arayıp bulduktan sonra açıklamalıdır. 
- Tarih yazarken kendi seçeceğiniz belgelere dayanınız. 
- Belgeleri incelerken kendi kararımza ve milli süzgecinize güveniniz. 
- Tarih yazmak tarih yapmak kadar önemlidir, yazan yapana sadık kalmalıdır.


O MEKTUBUN ŞİFRESİ

Atatürk, "Camii Ezher kaçkını" dediği Zakir Kadiri' nin "İslam Tarihi ve Türkler" konusunda yazdıklarına yönelik "bilimsel öfkesini" Türk Tarih Kurumu Başkanı Tevfik Bıyıklıoğlu'na gönderdiği bu zehir zemberek mektupta şöyle ifade etmiştir: "Son senelerde İstanbul'da yayımlanan gazetelerde roman diye okuduğumuz bazı tarihi eser/er vardır ki, bunlar şüphesiz yüksek heyetinizin gözlerinden kaçmış değillerdir. Bu roman sayfaları bence gerçek tarih belgelerinin yorumudur. Bu roman sayfalarında görülen şeyler yaklaşık şöyle açıklanabilir: Arabistan Yanmadası'nın kumsal çöllerinden; (ikra, bismi, Rabbi) safsatasını esas tutmuş olan Araplar, uygar dünyada, bilhassa Türk zengin uygar bölgelerinde bu ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilkeye dayanarak yapmadıkları tahrifat kalmamıştır. Bu zihniyetle hareket edenler İslam'dan önce evrensel Türk 
uygarlığının bütün belgelerini imha etmekte engel görmediler. Yazacağınız İslam tarihinin de bu doğrultuda toplayabileceğiniz belgelere dayanarak açıklanmasını önemli görürüm." (5)

Atatürk'ün sansürlenen mektubunda en çok tartışılan, "...Arabistan Yanmadası'nın kumsal çöllerinden; (İkra, Bismi, Rabbi) safsatasını esas tutmuş olan Araplar," cümlesidir. 

Sırayla gidelim:  
1. Atatürk'ün parantez içinde kullandığı "(İkra, Bismi, Rabbi) safsatası" ifadesi Kur'an'daki Alak Suresi'nin ı. Ayeti'nde geçmektedir. Surede "Ikra'bismi rabbikellezi halak (halaka)" denilmektedir. Burada "ikra/oku", "bi(i)smilismiyleladıyla", "Rabbi (ke)IRabbin" anlamlarındadır. Dolayısıyla (ikra, bis- 
mi, Rabbi), "Rabbinin ismiyle/adıyla oku" demektir. Türk Dil Kurumu'nun Türkçe Sözlüğü'ne göre safsata ise "Boş, temelsiz, asılsız söz" anlamındadır.  
2. Atatürk'ün bu ifadesi, kendi anlatımıyla "gerçek tarih belgelerinin yorumu" olan bazı tarihi romanlardan yaptığı bir çıkarındır. Nitekim Atatürk, "Bu roman sayfalannda görülen şeyler yaklaşık şöyle açıklanabilir:" dedikten sonra parantez içinde "(ikra, bismi, Rabbi) safsatası" ifadesini -o sözünü ettiği romanlardan- alıntılamıştır veya çıkarım yapmıştır.  
3. "İkra, bismi, Rabbi" ilkesini, "safsata" ve "ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilke" diye adlandıran Atatürk, Arapların "bu ilkeye" dayanarak "uygar dünyada" özellikle Türklerin zengin ve uygar bölgelerinde tahribat yaptıklarını belirtmiştir. Devamında da "Bu zihniyetle hareket edenler, İslam'dan önce evrensel Türk uygarlığının bütün belgelerini imha etmekte engel görmediler, " demiştir.  
Burada yanıtlanması gereken önemli birkaç soru vardır:
Öncelikle "Rabbinin adıyla oku" ilkesi nasıl "ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi" olabilir? Ve nasıl olur da ilk emri "oku" olan bir dinin mensupları, "Araplar, uygar dünyada, bilhassa Türk zengin uygar bölgelerinde bu ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilkeye dayanarak" tahrifat yapıp "İslam'dan önceki Türk uygarlığının bütün belgelerini" yok edebilirler?

Ancak tarihi belgeler gerçekten de Atatürk'ü doğrulamaktadır. Müslüman Araplar, Hz. Osman döneminden itibaren henüz Müslüman olmayan Türklere saldırmışlar; özellikle Emeviler Türkleri kılıçtan geçirmişler, katletmişler, Türklerin mallarını yağmalamışlar, Türk kadınlarını, kızlarını cariye olarak almışlar, köle pazarlarında satmışlardır. Emevilerde Muaviye, Yezit, Kuteybe Bin Müslim, Zalim Bin Haccac gibi Arap halifeler, idareciler ve komutanlar Türklere kan kusturmuştur. Örneğin Emevi Halifesi Abdülmelik, Horosan Valiliği'ne Haccac'ı getirmiştir. Haccac da Kuteybe Bin Müslim'i Türklere saldırtmıştır. Kuteybe, Türklerin ticaret merkezlerinden Beykent'e yürümüştür. İki aylık bir kuşatmadan sonra Araplar barış yaparak kente girmiştir. Ancak bu kentin zenginliğini görünce yağmaya başlamışlardır. Birkaç günlük yağmadan sonra bu güzel Türk kentini yakıp yıkmışlardır. (6) 

Doç. Dr. Bahriye Üçok'un anlatımıyla, "Şehirde eli silah tutan ne kadar Türk varsa hepsini öldürdüler; kadın ve çocukları esir edip Horosan'a gönderdiler." (7) Kuteybe, 
Beykent'teki işgal, katliam ve yağmadan sonra Türklerin en bayındır kentlerinden Talkan'a saldırmıştır. Yine Bahriye Üçok'un anlatımıyla, "Halk katledildi. Bu işten yorulanlar Türkleri sıra ile ağaçlara astılar. Talkan yolunun 6 kilometrelik bir kısmı böyle asılmış insanlarla çevrildi. Kuteybe 12 yıl zengin ve mamur Türk şehirlerini yıkmakla uğraştı; işitilmedik vahşetler işledi; geçtiği yerlerde yanık kokusundan başka bir şey bırakmadı, ama gene de kesin bir sonuç alamadı. O kadar ki Semerkant Türkleri Kuteybe'ye vergi vermeyi kabul eden hanları Tarhun'u tahttan indirdiler." (8) Müslüman Araplar Harezm bölgesinde de benzer insanlık dışı olaylar gerçekleştirmiştir. Kuteybe, "zengin ve bakımlı" Harezm kenderini yağmalamıştır. Kuteybe, kardeşi Abdurrahman'ın esir ettiği 4000 Türk gencini öldürmüştür. (9) Uzatmayalım, Müslüman Araplar, sadece Talkan ve Curcan katliamlarında onbinlerce Türkü katletmişlerdir. 

Gerçek şu ki, Atatürk'ün dediği gibi Müslüman Araplar, İslamiyet'i yayarken o zamanın "uygar dünyasını "tahrip etmiş-ler, özellikle Türklere büyük zararlar vermişlerdir. Görülen o ki, ilk emri "Rabbinin adıyla oku" olan bir dine İslam'a inanan Müslüman Arapların, (Bu nasıl Müslümanlıksa?) özellikle Türklere yönelik saldırıları, düşmanlıkları Atatürk'ün "(ikra, bismi, Rabbi) safsatası" ifadesini kullanmasında etkili olmuştur. Çünkü "Rabbinin adıyla oku" ilkesiyle hareket eden Emevi Arapları, en azından belli bir süre maalesef okumaya, eğitime, kültüre, sanata, barışa ve uygarlığa değil, tam tersine "tahribata", yıkıma, yağmaya, savaşa ve "uygarlık düşmanlığına" yönelmişlerdir. Arapların "Rabbinin adıyla oku" ilkesinden anladıkları, herkesi bir şekilde (örneğin Türkleri kılıç zoruyla) Müslüman yapıp "Rabbin adıyla okumaları"nı, yani Rab'bin/Allah'ın adını anmalarını sağlamaktır. Atatürk bunu bir başka yazısında "Allah kelimesinin yükseltilmesi" olarak adlandırmış ve eleştirmiştir. (10) Kısacası Arap Emevi halifeleri, idarecileri, komutanları  yıkımlarına, katliamlarına, yağmalarına Kur'an'ın "Rabbinin  adıyla oku" ilkesiyle, "Allah'ın adını yükseltme!" iddiasıyla, İslamiyet'i yayma "yüce amacıyla" meşruiyet kazandırmışlardır.  İşte Atatürk "Biz Allah'ın adını yükseltiyoruz!" diye kendinden  geçip Türklere her türlü çirkefliği yapanlara öfkelenmiştir. Atatürk söz konusu mektubunda "İslam Tarihi ve Türkler" konusuna "öfkeli" ama "bilimsel" bir şekilde yaklaşmıştır. Öfkesi, Zakir Kadiri gibi " Arapçılık" ve "dincilik" adına bilimi hiçe sayanlaradır. "Camii Ezher kaçkını "Zakir Kadiri'nin Arap milliyetçisi ve bilimdışı yaklaşımına karşı Türkiye Cumhuriyeti'nin  kurucusu Atatürk, soğuk bilimsel gerçeklerin altını çizmiştir.

Atatürk'ün sansürlenen mektubundan 
okumaya devam edelim:  
"Halife Ömer'in (...) yürüyerek; Arap ırkından başka yüksek ırkıardan oluşan ordunun yüksek ve muhteşem huzurunda o ordunun kumandanına karşı yerden taş alarak atmak suretiyle gösterdiği çıplak ve çıfıt Araplık malumunuzdur. Bunu artık Türk çocuklanna bir erdem gibi okutmakta ısrar gösteren notlan göz önüne almalısınız." (11) "Bir hırka ve bir hunna hikayesi artık bir insanlık erdemi olarak gösterilmek felsefesi esas tutularak tarih yazılmamalıdır." "Bunun gibi Arap ordulannın birçok esirlerinden bir köle sınıfı vücuda getirdiğinden bahsedilirken bu kölelerin Türk çocuklan olduğu dile getirilerek hangi taraf için ne anlamda bir övünme nedeni arandığı araştınlıp incelenmeden Türk tarihi içine konulmamalıdır." (12)

"Türkler (...) Arap imparatorluğu unvanını taşıyan bütün memleketlerde birinci derecede güç ve hakimiyet sahibi olmuşlardır. En nihayet Muhammed'in Halifesi unvanını taşımak maskaralığında bulunanlan emir ve iradelerine boyun eğdirmişlerdir." (13) Atatürk'ün mektubunda yer alan "İslam Tarihi ve Türkler" konusundaki bu cümleleri de ilk bakışta birilerine "dinsizlik" veya "din düşmanlığı" gibi gelebilir. Ancak biraz durup düşününce, Atatürk'ün bu sözleriyle yine öfkeli, ama bilimsel bir dille çıplak tarihsel gerçekleri ifade ettiği görülecektir. 
Atatürk'ün;  
- Halife Ömer'in Arapçılığl, (14)
- Bir hırka bir hurma hikayesinin artık bir insanlık erdemi olmadığı, (15)
- Arapların köleleri arasında Türk çocuklarının da olduğu,
- (Hz). Muhammed'in Halifesi unvanını taşıma "maskaralığında" bulunanlar, (16)
biçimindeki tarihsel açıklamaları sıradan bir Müslümanı rahatsız etse de, bu açıklamaların
bilimsel gerçekliği inkar edilemez. Prof. Celal Şengör diyor ki: "Ortaya çıkmış olan belgenin mantıki şüphe uyandıracak bir yanı yok mudur? Bir cinayet araştırmasının ilk adımı 'niyet aramak, yani bu cinayeti işlemek için kimin ne sebebi olabilir' sorusunu sormak değil midir? Sonra ilk şüpheli hemen suçlu mu ilan edilir? (17) "Atatürk'ün bir mektubundaki birkaç cümleye dayanarak, üstelik o cümleleri de bağlamından koparıp kabaca "Atatürk dinsiz!" sonucuna varanların ne "mantıki şüphe" den ne de "niyet aramak"tan haberleri vardır.  Sorulacak ilk soru şudur: Atatürk bu mektubu ne sebeple, hangi niyetle yazmıştır?

Her şeyden önce Atatürk, sansürlenen mektubunda kullandığı "(ikra, bismi, Rabbi) safsatası" ve "Muhammed'in Halifesi unvanını taşımak maskaralığında bulunanlar..." gibi zehir  zemberek ifadeleri, çok önemli bir amaca yönelik olarak tamamen bilinçli şekilde seçip kullanmıştır. Çünkü bir sebebi, bir niyeti vardır. Nitekim bu ifadelerin yer aldığı mektubu herhangi bir dostuna veya yakınına değil, Türk Tarih Kurumu Başkanı nezdinde kurum üyelerine göndermiştir. Yani burada bir strateji  vardır. Atatürk, yeni Türkiye'nin okullarında Türk çocuklarına okutulacak tarih kitaplarındaki "İslam Tarihi ve Türkler" konusunun "Arap milliyetçisi" ve alışılagelmiş "Arap-İslam anlayışı" izgisinde değil, tamamen "tarafsız" ve "bilimsel" nitelikte olması gerektiğini Türk Tarih Kurumu üyelerine en iyi, en etkili şekilde anlatabilmek için hem Camii Ezher'li Zakir Kadiri'yi hem de bilimsel olmayan klasik din ve tarih anlayışını en ağır şekilde eleştirmiştir. Yani, Zakir Kadiri'ye "Camii Ezher kaçkını", ikra, bismi, Rabbi ilkesine "safsata" ve "ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilke", halifelere de "maskara" diyerek kendisini bir türlü anlamayan muhataplarına -onların anlayacağı dilden- sarsıcı bir tür şok tedavisi uygulamıştır. Böylece Atatürk, Türk Tarih Kurumu üyelerine, "Size bugüne kadar öğretilen, alıştığınız 'İslam Tarihi ve Türkler' anlatılarını unutun. Konuya belgeler ışığında ve - Müslüman olsanız bile- tamamen dışarıdan bilimsel bir gözle yaklaşın. Dinsel veya duygusal nedenlerle gerçekleri çarpıtmayın. Değerlendirmelerinizde milli süzgeçlerinizi kullanın. Tarihi gerçekleri olduğu gibi anlatın." demek istemiştir. Atatürk'ün gerçeğe ölümüne bağlılığı ve gerçek bilim insanlarına özgü bu bilimsel duyarlılığı takdire şayandır. Bu strateji konusunu şöyle örneklendirelim: Nasıl ki Atatürk'ün, Kurtuluş Savaşı yıllarında dünya Müslümanlarını Hıristiyan işgalciye karşı Türkiye'ye yardıma çağırmak amacıyla Kur'an ayetleriyle süslü İslam dünyasına yönelik beyannamelerine bakarak, "Bak, ayeti yüceltti!" diye onu "dindar" ilan etmek doğru değilse; Laik Cumhuriyet'in laik okullarında okutulacak bilimsel tarih kitaplarındaki "İslam Tarihi ve Türkler" bölümünün dinsel değil, bilimsel yazılmasını sağlamak amacıyla Tarih Kurumu üyelerine yazdığı mektuptaki sarsıcı din eleştirilerine bakarak da, "Bak, ayete safsata dedi!" diye onu "dinsiz" ilan etmek doğru değildir. Tabii ki Atatürk'ün her iki stratejik yaklaşımı da zamanına göre inandığı "güçlü gerçeklere" dayalıdır. Nasıl ki Kurtuluş Savaşı'nda "İslam'ın birleştirici, bütünleştirici  gücü" inandığı güçlü bir gerçek ise, laik Cumhuriyet'in bilimsel tarih kitaplarında "İslam Tarihi ve Türkler" konusunun dinsel değil bilimsel yazılması da inandığı güçlü bir gerçektir.

Başka bir örnekle konuyu biraz daha netleştirelim: Atatürk, Kurtuluş Savaşı sırasında, 1 Ağustos 1335 (1920) tarihinde annesi Zübeyde Hanım'a yazdığı mektupta bir yerde şöyle demiştir: "Muhterem Valideciğim, (...) Ulusal gücü kullanmaktan başka çare yoktu. Ben de öyle yaptım. Elhamdülillah başanlı oluyorum. Pek yakında elle tutulur sonucu bütün dünya görecektir. (...) Yoksa her ne olursa olsun elhamdülillah önemi yoktur. (...)  Madamın benim hakkımda bir riyası vardı. Galiba o çıkacaktır. inşallah yakında sevinç içinde görüşeceğiz..." (18) Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım, beş vakit namazını kılan, orucu nu tutan, Kur'an'ını okuyan, her bakımdan çok dindar bir kadındır. Annesinin dindarlığının farkında olan Atatürk, annesinden ayrı olduğu Kurtuluş Savaşı'nın o zor günlerinde çok sevdiği annesine yazdığı mektubunda "Elhamdülillah başarılı oluyorum ", "Elhamdülillah önemi yoktur". "İnşallah yakında sevinç içinde görüşeceğiz" gibi İslami terminolojiye uygun ifadeleri mektup içine adeta özenle yerleştirmiştir. Atatürk'ün mektup içine özenle yerleştirdiği bu dinsel ifadeler onun "dindarlığını" değil, "dindar annesini" mutlu etmek, sevindirmek, onu başaracağına inandırmak istediğini kanıtlar. Demem o ki: Atatürk'ün "elhamdülillah, İnşallah..." gibi dinsel ifadelerle dolu 1 Ağustos 1920 tarihli mektubu "Atatürk'ün dindarlığını" kanıtlamadığı gibi, Atatürk'ün "(ikra, bismi, Rabbi) safsatası" ifadesinin yer aldığı 16-17 Ağustos 1931 tarihli mektubu da "Atatürk'ün dinsizliğini" kanıtlamaz. Her iki mektupta da "Atatürk'ün ne dediğinden önce niye dediği?" sorusunun yanıtı daha önemlidir. Sonuçta her iki mektubu da stratejiktir. Ancak yine -yukarıda belirttiğim gibi- bu stratejiler inandığı gerçekIere dayalıdır. Örneğin, 1 Ağustos 1920 tarihli mektubunda "rüyaya inandığı" izlenimi  
vermiştir ki, gerçekten de Atatürk rüyaya inanmaktadır. 16-17 Ağustos 1931 tarihli mektubunda ise dinlere bile bilimsel gözle bakmak gerektiği izlenimi vermiştir, ki Atatürk gerçekten de "tek yol gösterici" olarak aklı ve bilimi görmektedir. Falih Rıfkı Atay'ın dediği gibi, "Atatürk çok defa söylediklerinin ve yazdıklarının arkasındadır (ötesindedir), onu yaptıkları ile ele almak gerekir." (19)

Kaynaklar:

(1) Aslen Türkistanlı olan Zakir Kadiri Ugan 1 878 yılında dünyaya geldi. Mısır'daki EI Ezher Üniversitesi'nde eğitim gördü. Ders kitapları için hazırladığı" İslam Tarihi ve Türklerin İslam'daki Yeri" konularını, Camii Ezher Medresesi şeyhlerinin kabul ettiği Arap milliyetçiliği düşüncesine göre yazınca Atatürk'ü çileden çıkardı. ("80 Yıl Önce Sansürlenen Mektup Bulundu", Habertürk, 19 Haziran 2011.)

(2) Atilla Oral, Atatürk'ün Sansürlenen Mektubu, Istanbul, 2011, s. 62

(3) Atilla Oral, Atatürk'ün Sansürlenen Mektubu, Istanbul, 2011, s. 63

(4) Atilla Oral, Atatürk'ün Sansürlenen Mektubu, Istanbul, 2011, s. 63, 64.

(5) Atilla Oral, Atatürk'ün Sansürlenen Mektubu, Istanbul, 2011, s. 61.

(6) Bahriye Üçük, İslam Tarihi, Emeviler-Abbasiler, Ankara, 1979, s. 55.

(7) Bahriye Üçük, İslam Tarihi, Emeviler-Abbasiler, Ankara, 1979, s. 55, 56.

(8) Bahriye Üçük, İslam Tarihi, Emeviler-Abbasiler, Ankara, 1979, s. 56.

(9) Bahriye Üçük, İslam Tarihi, Emeviler-Abbasiler, Ankara, 1979, s. 56.

(10) Atatürk, bu durumu 1930'da hazırlanan" Vatandaş İçin Medeni Bilgiler" kitabında şöyle ifade etmiştir: "Muhammed'in dinini kabul edenler, kendilerini unutmaya, hayatlarını Allah kelimesinin her yerde yükseltilmesine hasretmeye mecburdurlar."

(11) Atilla Oral, Atatürk'ün Sansürlenen Mektubu, Istanbul, 2011, s. 62.

(12) Atilla Oral, Atatürk'ün Sansürlenen Mektubu, Istanbul, 2011, s. 62.

(13) Atilla Oral, Atatürk'ün Sansürlenen Mektubu, Istanbul, 2011, s. 62. 

(14) Tarihi kaynaklar Hz. Ömer'in de Arapçılık yaptığını doğrulamaktadır. Doç. Dr. Bahriye Üçok bu konuda şöyle diyor: "Daha Hz. Ömer zamanında onun ünlü adaletine rağmen Araplık taassubu açıkça görülmeye başlamıştı..." (Üçük, İslam Tarihi, Emeviler-Abbasiler, Ankara, 1979, s. 58.)

(15) Prof. Celal Şengör'den okuyalım: "...Bir lokma bir ekmek ve bir hırka ile kanaat eden insan yaratıcı olmaz. Bu (elbiseyi öven hiçbir düşünce yaratıcı bir toplum ortaya çıkaramaz. Oku/larında itaat ve kanaat öğreten toplumlar, başkalarına itaate ve kendilerine verilene kanaate mecbur olurlar. Önce bu bakış açımızı değiştirmeyi, problemi görmeyi ve rahatsız yaşamayı öğrenmeliyiz." (A. M. Celal Şengör, Aptalı Tanımak, 4. bas, İstanbul, 2015, s. 37.)

(16) Özellikle Emevilerden itibaren İslam tarihindeki halifelik uygulaması tamamen Kur'an dışı, İslam dışı bir uygulamadır. "Allah'ın halifesi" kavramı gibi "Muhammed'in halifesi" kavramı da Atatürk'ün ifade ettiği gibi gerçekten de "maskaralıktır".

(17) (A. M. Celal Şengör, Aptalı Tanımak, 4. bas, İstanbul, 2015, s. 27, 28.)

(18) Sadi Borak, Atatürk'ün Özel Mektuplan, İstanbul, 1998, s. 204.

(19) Falif Rıfkı Atay, Atatürkçülük Nedir?, İstanbul, 1980, s. 5

18 Mayıs 2019 Cumartesi

Atatürk Ezanı Yasakladı Yalanı


Atatürk hiçbir zaman ezanı yasaklamamıştır. Atatürk ezanı, (1923-1932 arasında 9 yıl Arapça, 1932'den itibaren ise halkın  anlayacağı dilde Türkçe) okutmuştur.  Mesele aslında dinden çok dil meselesidir. Türkçe ezan sayesinde Atatürk, Türkçeyi en yükseğe, minarelere çıkarmıştır. Türkçe ezan aynı zamanda Atatürk'ün dinde Türkçeleştirme hareketinin sesidir, sözüdür, sembolüdür, vitrinidir. Türkçe  ezan İslam dinine "Türk(çe)" sahip çıkmaktır. Sonuçta Allah  Türkçe de bilir! Ayrıca Ebu Hanife ve Hanefi mezhebine göre ezanın Arapçadan başka dillerde okunmasında bir sakınca yoktur. (1)  Bilindik bir ezberi tekrarlamak gibi olacak ama gerçek şudur: CamiIere çan takıp ezanları yasaklayacak olan işgalci Yunanlardır. Onları bu topraklardan kovup ezanların susmasını  engelleyen ise Atatürk'tür. (2)


Türkçe ezan ile ilgili gazetelerdeki manşetler:




Kaynaklar:

(1) Öztürk, Kur'an Penceresinden Kurtuluş Savaşı'na Bir Bakış, s. 387.

(2) Sinan Meydan, Panzehir, s. 299.

Atatürk Ezanı, Kur’an'ı ve İbadet Etmeyi Yasakladı Yalanı

Bir çok Atatürk düşmanı Atatürk döneminde ibadet etmenin, ezanın okunmasının, Kur’an okunmasının yasak olduğunu söyler. Ama Atatürk dönem...